
Güneşin henüz yükselmeye başladığı sabahın erken saatinde uyandı. Evinde sessizce geçireceği bir saati vardı sadece. Yazacak mı, akşamdan kalma bulaşıkları mı halledecek, çamaşır mı yıkayacak, boş duvara bakma egzersizi mi yapacak, kitap mı okuyacak, bir an önce karar vermeliydi. Hepsini bu bir saat içinde yapmayı planladı. Oysa içindeki toprağın çizgilerini ya da renk değişikliklerini görmek için en uygun zaman, güneşin henüz yükselmeye başladığı sabahın ilk saatleriydi, ama yapmak istedikleri içindekiler değil, dışındakilerdi. Tencereyi yıkarken yapışan kirleri sökmek için tencerenin kulbuna çok sıkı tutunduğu gibi ona ait hissettiği her eylemine sıkıca tutunmaya çalışıyordu. Yazmaya karar verdi, bilgisayarını kucağına aldı, öyküsüne bir başlık koymak istedi ama bulamadı, yazarken kendini gösterir nasıl olsa diye takılmadı.
İlk satıra “Çok süre geçti üzerinden.” diye yazdı. Süreden kastı zaman süresi değil, hayat oyunundaki can süresiydi. Ona daha dün gibi gelmesi bu yüzdendi. Kendini kaç kere terk etti, o da bilmiyordu. Derisini yüzdü, kabuksuz kaldı, kuyruğunu bıraktı, dallarını budadı, yaprak döktü….Bildiği bütün canlılara benzemeye çalıştı çünkü onlar hayatta kalmanın yolunu hep bulurlardı. Hele bitkiler, yırtıcılara karşı savunma olarak bölünebilir parçalardan oluşmayı seçmişlerdi, onlar için hiçbir parça vazgeçilmez değildi. Bilgisayarı şarjının bitmek üzere olduğunu, bir an önce kablosunu bulması gerektiğini hatırlatıyordu. Hızlıca kaydet tuşuna bastı, yazdığı bir cümle bile olsa yok olmamalıydı. Kalktı şarjını buldu ve bilgisayarı kapanmaktan kurtardı, kahve yaptı, bilgisayarın başına geri oturdu.
“Benim için her anı vazgeçilmezdi.” diye yazdı. Kirli tenceresine ve iş diye bildiği her eylemine tutundukça canının gitmesi ve ellerinin kanaması bu yüzdendi. Eski çağlardaki insanlar da böyleydi, bağımlılık yapan, stres hormonlarını yüksek tutan olumsuz algıları gibi, atıklarını ve eski malzemelerini aynı yere gömer, gömdükleri düzenli bir şekilde yükselir, üzerlerine yaşam alanları inşa eder, sonra da eğreti duran topal ayakları üzerinde, çok uzaklaşamadan düşe kalka yaşarlardı.
Zihnini ikinci vitese atıp karanlık bölgesine doğru yol alacaktı ki az önce dışarı çıkan kedisi bahçe kapısını tıkırdattı, kalkıp kapıyı açtı. Hazır ayaktayken pamuklu çamaşırları hızlı programda yıkayıp, hatta evden çıkmadan asabileceğini hatırladı, böylece akşama kadar epeyce kururlardı. Hızlıca makineyi çalıştırdı. Öykünün başına oturduğunda kahvesi soğumuştu. “Anılarımı pamuklara sarıp hafıza kütüphanesine kaldırdım.” diye yazdı. Ölüp yeniden doğmaya her ihtiyacı olduğunda onları kütüphanesinden çıkarır, yaşar, hisseder, ağlar, güler geri koyardı. Kaç kez ölüp kaç kez doğması gerektiğini soruyordu her seferinde. Doğru soruyu sorduğundan şüphe duymaya başlıyordu artık, çünkü sorunun cevabını bulamayalı çok olmuştu.
“Göz hizamdaki rafa koymuşum, her önünden geçerken gözüm kanıyor. Tamam, anılarımdan vazgeçmeyip kütüphanedeki yerlerini değiştireyim, belli ki yanlış yerlerdeler.” diye yazdı. Hayatının deneyim yapbozunun parçaları doğruydu ama, uygun yere konulduğunda güzel bir bütün oluşturabiliyorlardı. Zaten başka yere de oturmuyor, eldeki altıncı parmak gibi ne bir işe yarıyor ne de estetik duruyordu.
Mutfaktan gelen sesle irkildi, kedisi tezgaha çıkmış, bardağı devirmiş, akşamdan kalan bulaşıklar arasında yiyecek bir şeyler arıyordu. Bulaşıkları oldukları haliyle makineye tıktı. Zihninin devri düşmeden öyküsüne geri dönmeliydi. “Yine olmadı, anıların orada olduklarını bilmek, seslerini duymak can kaybımı artırıyor. Çöpe atsam? Ama çok yazık olur, ben yaşadım onları. Toprağa gömsem?” diye yazdı. Çamaşır makinesinin bitti sesini duydu. Hiç değilse evden çıkmadan hem çamaşırı assa hem de bir paragraf yazabilseydi mutlu olabilecekti. Çamaşırları kırışık da olsa hızlıca astı. Bilgisayarın başına dönerken duvardaki saat gözüne ilişti. Bir saat dolmak üzereydi. Ölmeden önce tüm senelerden daha çok çiçeğe ve meyveye bürünen ağaçlar gibi yazmaya koyuldu. “Kütüphaneden çıkarayım, son bir kez zihnimde yaşayayım, bedenimde hissedeyim, sadece bilgisini alayım, sonra da çok uzak bir yere gömeyim.” diye yazdı. Böcekleri hapseden ve her yerlerini polenle kaplamadan onları salıvermeyen bitkiler gibi zihni anılara bulanmıştı. Onları bir an önce kelimelerle ilk paragrafına salıvermeliydi. Böcekler bu polenleri saçıp bırakmadan uçamadığı gibi, zihni de hafiflemiyordu. “Evet gömeceğim. O ilk karşılaşmada, gözü göze göstermeyen kar fırtınasının olduğu yere gömeceğim hem de.” diye yazdı.
Hiç değilse bu gün yeni bir gündü. Evden çıktığında tıpkı arıların gün sadakati gibi o gün hep aynı tür çiçeğe de konsa, yine de her gün farklı bir tür çiçeğe konabilme ihtimali vardı. Son kez doğmaya karar verdi, alt satıra geçip paragraf başı yaptı, “Uçmayı özlemişim…” diye yazdı. Öykünün başlığı bir saatin sonunda kendisini göstermişti. Paragrafın en üstüne, satırı ortalayarak, büyük ve kalın harflerle “GÖMÜ” yazdı.
Funda Sevencan
Ocak 2025