Koltuklarımızda yerimizi aldık. Kısa bir film izleyeceğiz birazdan. Perdeye beklenti ile bakıyoruz. Bir dakika gecikme ile başlıyor film.
Ekran bir göz bebeği şeklinde açılıyor, görüntüde olanları ikinci plana atmayacak şekilde iris, sert tabaka ve göz bebeğinin çizgilerini ayırt edebiliyoruz. Görüntünün etrafında ince ve kısa tüy gibi şeyler de kirpikler olmalı. Hem bir göze bakar gibiyiz hem de bir gözden yansıyan görüntüye bakar gibi, ama en çok da o gözün sahibi gibiyiz bu sahnede. Beyaz ışıktan başka bir şey görmüyoruz ilk birkaç saniye. Sonra maske, bone ve gözlük takan bir yüz yaklaşarak -ya da eğilerek mi demeli?- netleşiyor. Görüntüye pastel tonlar hakim.
İkinci sahnede anne karnından yeni çıkmış bir bebek görüyoruz. Bebek ağlamıyor. Hemen ardından yakın planda bebeğin kordonu görünüyor. Fonda bir ses duyuyoruz:
Hepimizin hikayesi üç aşağı beş yukarı aynı başlar. Bizi hayata bağlayan şey de bizi hayattan koparan şey de aynıdır.
Görüntüye giren bir makas kordonu kesiyor. Bebeğin ağlamaya başladığını duyuyoruz.
Yakın plandan çıkıp daha geniş bir plana geçiyor kamera. Hemşire, doktor ve anneyi gülümserken görüyoruz.
Sonraki sahnede ameliyathane kapısı açılıyor ve bir önceki sahnede bebeği kucağına alan hemşire koridora çıkıyor. Bekleme koltuklarında oturan adam yerinden kalkarak ona yaklaşıyor. Hemşire adama bir şeyler söylüyor, adamın mutluluğu yüzünden okunuyor. Fonda ses:
Her doğum ile yeni bir hikaye başlar. Çoğu birbirine benzeyen, uzunlu kısalı, birbirine dokunan, hep aynı dilde hikayeler… Bazıları kurmacaları kıskandırır, bazıları yarım kalır, bazıları ise matbaasından bile çıkamaz… Hikayeler unutulur çoğaldıkça, çoğunlukla.
Bu sefer geniş bir salondayız. Karşımızdaki duvarın tamamı ayna ile kaplı. Ayna tek parça değilse bile, bizim bunu anlamamızı imkansızlaştıracak kadar ustalıkla birleştirilmiş. Salonun tam ortasında ayakta on yedi- on sekiz yaşlarında bir genç duruyor, bize doğru bakıyor, yüzü ifadesiz. Başında bir kep ve elinde diploma olduğu izlenimi veren kurdeleli rulo şeklinde bir kağıt var. Ayaklarının dibinde oyuncaklar var; açık kahverengi renkli otuz santim kadar bir ayı, iki tren vagonu, birkaç lego parçası…
Dijital cihazlarda yaşanan ekranın saliselik gidip gelmeleri gibi, görüntümüz pastel tonlar ile siyah beyaz arasında gidip geliyor çok kısa süreliğine, titreme gibi. Teknik bir arıza kaynaklı sanıyoruz – en azından ben öyle sanıyorum- en başta, ama sanırım yönetmenin işi.
Seninle bir kış günü tanıştık. Tanışmak tanımak değilmiş, o zamanlar bilmiyorduk.
Solda, arkada -aynalı duvara yakın- sırtı bize dönük tekli koltuğunda gazetesini okuyan bir adam oturuyor. Bir ara koltuğun solundan geriye bakıyor, ameliyathanede bekleyen adamın yaş almış hali gibi, emin olamıyoruz çünkü aynaya yansıyan sureti flu. Duvarda asılı üç tane-görebildiğimiz- çerçeveli fotoğraflar var. Birinci fotoğrafta ortada dikilmiş bize bakmakta olan genç kendi yaşlarında bir kadın ile beraber, kahkaha ataralarken çekilmiş. İkinci fotoğrafta yine ikisini görüyoruz, gelinlik ve damatlıkla. Son fotoğrafta bir bebek var, erkek olmalı, mavi giysiler içinde.
Ne elinden kayıp giden şeylerden, ne de taşıdığın onca yükten habersizdik.
Sağda, arkada dört erkek, dördü de yirmili yaşlarının başında olmalı, neşeli bir şekilde sohbet ediyorlar, ayaktalar. Biri salonun tam ortasında duran delikanlıya bakıp gülümsüyor. Onların da aynadaki suretleri net değil. Gençlerin ayaklarını göremiyoruz çünkü önlerinde bir masa -meşe olmalı- ve sandalyeler var. Sandalyelerden birinin üzerinde mor bir şal, masada ise araba anahtarları, içinde buzlu su olan cam bir bardak, Koyu yeşil ve sık yaprakları olan bir saksı çiçeği, birkaç kitap, oyuncak askerler var. Duvarda ise kocaman gösterişsiz bir saat var.
İnsanın içindeki fırtına bindiği gemiyi batırırmış bazen. Aklındaki depremin enkazında kalırmış kimi zaman.
Ekranın solunda arkada ki koltukta oturan adamın yanına kendisiyle aynı yaşlarda bir kadın -ilk sahnede doğum yapan kadının günümüzdeki hali olduğunu anlıyoruz, çok değişmemiş- gelip çay ikram ediyor. Onun da, kocası ve sohbet eden gençler gibi aynadaki görüntüsü flu.
Sahne akmaya devam ediyor. Sağ ön -kameraya yakın- taraftan bisikleti ile üç-üç buçuk yaşlarında bir çocuk ile sol ön taraftan hamile bir kadın neredeyse eş zamanlı olarak görüntüye giriyorlar. Duvarda asılı fotoğraftaki kadın bu. Kadın bir iki adım atıp beklenti ile duruyor ve kendisine doğru gelmeye çalışan çocuğa umutla bakıyor. Çocuğun ve kadının aynada görüntülerinin olmadığını fark ediyoruz.
Kamera filmin burasına kadar, salonun solundaki ve sağındakileri göstermek istediğinde çeyrek daire şeklinde bir rayın üstündeymişçesine hareket etti. Bunu yaparken ortada duran genci odağında tutmaya devam etti.
Çocuk pedal çevirerek annesi olduğunu tahmin ettiğimiz kadının ayaklarının dibine gidiyor. Kadın dikkatle eğilip çocuğu kucaklıyor. Masada duran suyun içindeki buz dibe çöküyor ve sanki kulağımızı o bardağa dayamışız gibi cam ve buzun temasının sesini duyuyoruz.
Duvardaki saat çok kısa bir süreliğine duruyor ve müzik başlıyor. Saatin akrep ve yelkovanı yeniden hareket ediyor, ama bu sefer ters yöne doğru. Sahne bu andan itibaren ağır çekim akmaya başlıyor.
Hamile kadın ve kucağındaki çocuk, duvara asılı çerçevenin içindeki fotoğraflarla beraber silikleşmeye başlıyor.
Odağımızda duran kepli delikanlının gözünden birkaç damla yaş süzülüyor ve elindeki belgeyi bırakıyor, ardından gözlerini kapayıp aynaya doğru ağır çekimde düşmeye başlıyor.
Delikanlının elinden bıraktığı diploma -yere düşmeden önce- ve kep, bisiklet, masadaki anahtar, bardak, kitaplar ve askerler, çiçeğin yaprakları, sandalyedeki şal, yerdeki lego parçaları, tren vagonları, oyuncak ayı… yerçekiminden kurtulmuşçasına havalanmaya başlıyor.
Bize hem hüzünlü hem de masalsı gelen bu sahne devam ederken detayları kaçırmamak için objelere, kişilere ve hareketlere daha fazla odaklanıyoruz.
Delikanlının düşüşü aynaya ulaşınca son bulmuyor, sanki bir göl gibi içine alıyor ayna genç adamı. Salondaki tüm insanlar bir yıldız kaymasını kaçırmaktan korkar gibi aynaya dönüyor bu sırada, siluetleri hala belirsiz. Aynada hafif bir dalgalanmanın ardından yavaş yavaş derinlere gömülerek görünmez oluyor genç adam. O kaybolurken yerçekiminden kurtulmuş eşyalar yükselerek kadrajımızdan çıkıyor. Tablolar artık boş. Saatin akrep ve yelkovanı düşüyor.
Burada ağır çekim son buluyor. Ayna boydan boya çatlıyor, ona bakan insanların yüzleri netleşirken.
Delikanlının geleceğine dair eşyalar yerçekiminden kurtulup ekranı terk ederken, ileride hayatına girecek kişiler silikleşerek yok oldu diyerek bu sahneyi özetlemek daha mı iyi olurdu? Bunu bilemiyorum. Tamam samimi olacağım; daha iyi olsaydı bile yapmazdım.
Bir diğer sahnedeyiz. Demin aynanın içinde kaybolan genç kararsız bir şekilde karşısındaki sandalyeye doğru yürüyor. Karşısındaki pencereler sonuna kadar açık. Rüzgar perdeleri içeri doğru havalandırıyor. Genç adam sandalyenin üstüne çıkarken kamera onunla beraber çıkmadığından omzundan yukarısını göremiyoruz. Ama içten içe biliyoruz, görmemize gerek yok.
Başka bir sahneye geçiyoruz. Yine görüntümüz en baştaki gibi göz şeklinde. Kamerada sadece yukarıdan aşağı gerili bir bebek kordonu var. Her iki ucunun da nereye bağlandığını göremiyoruz. Ama açımız deminki pencere ve perdelerin bir kısmını görmemize imkan sağlıyor. Demek ki bir önceki sahnenin devamı bu. Kordon geriliyor, müzik susarken sandalyenin devrilme sesi geliyor kulaklarımıza.
Bizi hayata bağlayan şey de bizi hayattan koparan şey de aynıdır.
Kameranın ekranı çatlıyor.
Görüntü kararınca sadece seyirciler kalır.
Görüntü kararıyor. Jenerik akmaya başlıyor. Fondaki ses son kez konuşuyor:
Özür dilerim, yan yanayken seyirci kaldığım için.