
GÜLBAHAR HEMŞİRE
Züleyha Akın
Bir ilkbahar sabahında annesinin çığlıklarıyla dünyaya gelmişti. Adını, gülsün diye Gülbahar koymuşlardı. Hastane duvarlarında başlayan yaşamının kendisini nerelere sürükleyeceğini bilmeden yaşama tutunmuştu.
İyi bir çocuk, öğrenci, mesleğinde başarılı, ileri yaşlarda anne, çevresiyle iyi iletişim kuran dost, arkadaş olmak gibi alanında en başarılı olmak gibi bir derdi vardı. Ancak bu hiç de kolay olmayacaktı. Evde çocukluğundan bu yana dayanılmaz bir baba baskısı vardı.
Berbat bir çocukluk döneminden sonra ergenlik dönemine girdiğinde babası onu okuldan alarak zengin biriyle evlendirmek istedi. Dile kolay, ağırlığınca altın kadar başlık parası verecek adaylar vardı.
O sabah, o korkunç sabah, babası Sağlık Meslek Lisesi’ne gelerek kızının okul kaydını almak istedi. Okulun müdür yardımcısı Gülbahar’ı yanına çağırarak ne düşündüğünü sorduğunda Gülbahar, gözyaşlarına boğularak Hasan Hoca’nın da gözlerinin yaşarmasına neden olmuştu.
Gülbahar…
Altın yumurtlayan tavuk olduğunu o yıllarda keşfetmişti. Bir çözüm üretmesi gerekiyordu. Kendince bir yöntem geliştirmeliydi. Aç kalarak ölüme yatarsa babasının elindeki silahı etkisiz kılabilirdi.
Eski yıllarda sandık odası dediğimiz odalar vardı. Yatak, yorgan istiflenirdi. Dışarıya açılan penceresi olmadığı için rutubet kokulu ve karanlık olurdu. Gülbahar bu odada yatıyordu.
O gün hafta başıydı. Nasıl olsa okula gidemeyeceği için yatağından çıkmıyordu. Geceden bir sürahi dolusu su koymuştu. Suyun yanında birkaç adet kesme şeker vardı. Şekerli suyun faydasını açlık eylemindeki bir ağabeyinden duymuştu.
O sabah annesinin tüm ısrarlarına rağmen kahvaltı masasına gitmedi. Kendisini sürekli uykuya veriyordu. Bu şekilde açlığa daha iyi dayanabilirdi. Aslında çocukluğundan bu yana son derece iştahlıydı. Akşama kadar yataktan çıkmadı.
Akşamüstü annesi sofra kurmuş babası da işten dönmüştü. Gülbahar’a seslenince hasta olduğunu bahane ederek yemek yemeyi reddetmişti.
İlk gün böyle geçti derken ertesi gün ve sonraki günler gelip geçti. İlk 48 saatten sonra yeni duruma alışmak daha kolay oldu.
Onuncu gün gelip çattığında Gülbahar artık istese de yataktan çıkamaz durumdaydı. Gözlerindeki canlılık sönmüş, göz etrafı morarmış, bedeni halsiz ve yorgundu.
O gün ölüme yatmaya karar vermişti. Zira babası hâlâ direniyordu. Annesi de Gülbahar da babasının bu direncini kırmanın zor olduğunu biliyorlardı.
Onuncu günden sonra su içmeyi de kesti ve bedenini ölüme yatırdı. Annesi başucunda ağlıyor ve kızının bu direncini kırabilmek, yaşama döndürebilmek için yalvarmaya başladı.
Gülbahar açlık ve susuzluğa 48 saat daha dayanabildi. Sonunda derin bir uykuya kendisini bırakırken çevresiyle bağını, bağlantısını kopartmıştı. Rüya mıydı yoksa gerçek miydi bilinmez, çevresinde sadece su sesi duyuyor, başka bir şey hissetmiyordu.
O akşam babası işten döndüğünde Gülbahar’ı evlendirmeyeceğine dair söz verince bu olaya en çok anası sevindi.
Ama kızına bir yudum su içirdiğinde kustuğunu görerek çığlık atmaya başladı. Baba da telaşlandı ve hemen taksi çağırarak Gülbahar’ı en yakın hastaneye ulaştırdılar.
Hastaneden çıktıktan sonra yavaş yavaş kendisini toparlanan Gülbahar okula yeniden başlayarak kaldığı yerden devam etti. Ancak yüreğinin gizli bir yerinde kırık bir cam parçası var gibi hissediyordu. O yara hiç ama hiç geçmeyecek gibiydi.
Okuldan gelip akşam yemeğine oturduğunda eskisi gibi yemek yiyememeye başladı. Babası da kendisini suçlu ilan etmiş ve derin bir sessizliğe bürünmüş, evde hiç kimseyle konuşmamaya başlamıştı.
Gülbahar, okulda çok başarılı bir öğrenciydi. Üç yıl sonra mezun oldu. Mezuniyet törenine sadece annesi gelmişti. Yıllar önce kendisini yaşama döndüren hastaneye tayini çıkınca çok sevindi Gülbahar. Burası ilçe geneline hizmet veren küçük bir devlet hastanesiydi.
Bir akşam acil serviste nöbetteyken doktor özel bir işinin olduğunu söyleyerek gitti. Gülbahar, serviste yalnızdı. Serviste hiç hasta olmadığı için sabaha kadar kitap okuyabilecekti. Victor Hugo’nun Sefiller kitabını kaldığı yerden okumaya devam etti. Bu arada hasta gelirse ve başa çıkamayacağı bir durum olursa hekime telefon edip çağıracaktı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde telefonu acı acı çaldı. Danışmadan arıyorlardı. Cezaevinden bir hasta getirmişlerdi.
Gülbahar koridora çıktığında elleri kelepçeli, sağlı sollu iki jandarmayla gelen kumral bir genç gördü. Hastayı muayene odasına yönlendirdiğinde jandarmalar da içeriye girmek istediler ama de Gülbahar sert bir ifadeyle red ederek kapıyı yüzlerine kapattı.
Ekrem…
İsminin Ekrem olduğunu söyleyen tutsak genç mide kanaması geçiriyordu. Anında müdahale etmesi gerektiği için nöbetçi hekime haber vermek gereğini duymadan serum bağlayarak işleme başladı. Kan grubunu öğrenerek kan takviyesi de yapınca tutsak gözlerini açarak kendisine teşekkür etti ve adını sordu. Gülbahar adını söyleyince tutsak içini çekti, “Gülbahar büyükannemin ismiydi, ne güzel” dedi.
Ekrem terziydi ve işlemediği bir cinayetten sorumlu tutularak cezaevine atılmıştı. Gülbahar’ın hayran olduğu bir “Terzi Fikri” değildi ama terzilere karşı hassasiyeti vardı. Belki bir gün, kimbilir… Anında bu düşünceleri kafasından uzaklaştırıp işine daldı.
Ekrem, cezaevine alınmadan önce evli ve 3 erkek çocuk babasıydı. Davası bitip hapis cezası kesinleşince eşini ve çocuklarını kayınvalidesine bırakarak “bilinmeyen bir yere gittiğini” söylemişti. Yaklaşık 12 yıldır tutsaktı.
Hastanın bir süre hastanede kalması ve tedaviye devam edilmesi gerektiği halde sabah saatlerinde başhekimin emriyle geri gönderilmişti. Genç giderken, “bana mektup yazar mısınız? Lütfen yazın. Buna çok ihtiyacım var” demiş, Gülbahar da bu teklifi geri çevirememişti.
Böylece “görülmüştür” damgalı mektuplar başlamış oldu. Ekrem, her mektubunda “ben bu cinayeti işlemedim” diyordu ama tüm tutsaklar öyle demezler miydi? Üç genç insanı öldürmekten yargılanmıştı ve bu insanların yakın komşusu olduğu, aralarının iyi olmadığını herkes biliyordu.
Mektuplaşma sürecinde birbirlerini daha yakından tanımaya başlamışlardı. Bir avukat dilekçe vererek davanın yeniden görülmesi talebinde bulundu. Politik nedenlerle cinayeti işleyenler gözaltına alındığında cinayeti kendilerinin işlediklerini itiraf ettikleri halde dosyanın savcısı Ekrem’in suçlu olduğu konusunda ısrarcıydı.
Zorlu geçen davanın bitiminde Ekrem, özgürlüğüne kavuştuğunda cezaevinin kapısında bekleyen tek kişi Gülbahar’dı.

Birkaç ay geçince evlenmeye karar vererek yaşayabilecekleri bir konut kiraladılar. Gülbahar ilk günden itibaren çocukları da yanlarına alarak büyükannelerinin yükünü hafifleteye çalıştı. Çocuklar yeni annelerini çok seviyorlardı.
Ekrem ise artık terzilik yapmayı hiç düşünmüyordu. Nasıl olsa eşinin maaşı yeterdi. Kendisi de kitap okuyacak, bol bol gezecekti.
Aradan tam olarak 6 ay geçmişti ki, bir sabah kapıları çalınarak Ekrem’i yine bu üç kişinin ölümünden sorumlu tutarak götürdüler. Bu ölen kişilerle sorunları vardı ama bu, insan öldürmek için gerekçe olamazdı.
Savcı yine aynı savcıydı ve gözlerini kartal gibi dikmiş, Ekrem’in işlemediği suçtan dolayı yargılanması gerektiğini üzerine basa basa haykırıyordu.
İkinci kez müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Gülbahar bebek bekliyordu. Ve çocuk doğduğunda bu 4 çocuğu tek başına nasıl büyüyecekti… Düşüncesi bile korkunçtu aslında.
1 Nisan gecesi, çalıştığı hastanede güzel bir erkek bebek dünyaya getirdi. Onu bağrına basarak kokladı ve “adını Umut koyacağım” dedi. Umut, onun umudu olacaktı. Sonra bir de Can ismini ekledi.
Ev kirası, çocukların bakımı, okul masrafları ve ayrıca Ekrem’e harçlık gerekiyordu ki bu durum kadıncağızın belini büküyordu. Artık para kazanmak adına kendi nöbetinden çıkınca yorgun ve uykusuz haliyle bu kez arkadaşlarının nöbetlerini de tutmaya başlamıştı. Yaşam dayanılmaz bir hal almıştı. Yine de yaşıyordu, ki bu duruma yaşamak denebilirse.
Umut 24. yılını doldurmuştu. Ağabeyleri üniversiteyi bitirmiş, anneleri onları evlendirip ayrı ayrı evlerini kurmuştu.
Gülbahar emekli olup maaşının yetmediğini görünce Umut’la birlikte (ileride Ekrem’in köpek kulübesi diye tanımlayacağı evdi burası) merkezden uzak küçük bir gecekondu kiralamıştı.
Yine sabahın erken saatlerinde, daha gün doğmadan yatağından çıkıyor, hapishaneye gidiyor temiz çamaşırlar götürüyor, idareye Ekrem için harçlık bırakıyordu. Bazen büyük çocuklar da onunla geliyorlardı ama nedense Umut Can babasını görmeyi hiç istemiyordu. Daha fazla ısrar etmenin bir anlamı yoktu. Gülbahar bu konuyu sessizce geçiştirmek zorunda kalmıştı.
O yıl ülkede 12 Eylül işkencecilerinin yargı davaları başlamıştı. En büyük oğlu Ercan, Ankara’ya giderek avukat araştırmaya başlamış, oradaki girişimlerinden olumlu sonuç aldığını söylemişti. Davayı yeniden açarak bir yol bulmaya çalışıyor, diğer yandan bir grup oluşturarak son hızıyla basın açıklamaları, imza kampanyaları sürdürüyorlardı.

Gülbahar da kendisine başvuran gazeteci ve televizyon kanallarıyla söyleşiler yapıyor ve kocasının masum olduğunu ifade ediyordu.
Diğer çocuklar canla başla uğraşırken Umut Can sessizliğini koruyordu. Bu durum ailede soru işaretlerine neden olduysa da bu olumsuz sonuçlar doğuracağını düşünerek üstüne gidemiyorlardı.
Aradan 8 ay gibi bir zaman geçti ve son duruşmada, 25 yıl sonra tahliye kararı çıkmış bir mucize gerçekleşmişti. Aile çok sevinçliydi.
Ekrem, ilçeye 2 gün sonra geldi. Gülbahar kadın arkadaşlarıyla beraberdi. Tedirgin olduğu kimsenin gözünden kaçmıyordu ama sormak da istemediler. En yakın arkadaşıyla konuşurken ister istemez dudağından şu sözler döküldü: “Ya bana dokunursa… Bunca yıl sonra bedenim nasıl bir yanıt verecek… İstemezsem bana nasıl bir tavır geliştirecek…”
Ekrem ilçeye gelir gelmez evine koşup gelmedi. Kendisini bir grup karşıladı ve basın açıklamasına götürdü. Gülbahar’la arkadaşı parti binasına girdiklerinde Ekrem’in takım elbiseyle etrafına gülücükler saçtığını görünce şaşkınlığa düştü Gülbahar. Sevdiği erkeğin gözü artık kendisini görmüyor, etrafındaki şık kadınlarla haşır neşir oluyordu. Ekrem, Gülbahar’a bir yabancıyla karşılaşmış gibi davrandı. Çeyrek asırdır yolunu gözlediği kocası kendisinin varlığından rahatsız olmuş gibiydi.
Muhabirler etrafını çevirdiğinde karısının gündelik giysileriyle gelmiş olmasından rahatsız olmalı ki; koluyla iterek önüne geçmiş, “etkin ve yetkin” konuşmasına başlamıştı. Tam 25 yıldır kendisinden olmayan çocuklarına öz annelerinin yapmadığı anneliği yapan, büyüten, okutan, iş bulup, evlendirip düzenlerini kuran kadına yaptığı bu saygısızlık basın görevlilerinin de gözünden kaçmamıştı. Televizyon kanallarında video gösterildiğinde güçlü ve gizli bir el, videoyu ortadan kaldırmakta gecikmemişti.

Gülbahar, bu kırılmayı yaşadıktan sonra kendisini toparlayıp bir an önce eve gidip yemek hazırlamak için binadan ayrılarak evine koştu, masayı hazırladı ve kocasını bekledi. Bir lokma bile yemeden masada sabaha kadar bekledi. Yatağına girdi ama uyuyamadı. Ekrem o gece evine gelmedi.
Ercan’ı arayarak babasını sordu. Ercan’ın kendi evlerinde olduğunu öğrendi. Ekrem üç gün sonra evine yüzünde tuhaf bir ifade ile döndü. Sesi duvarlarda yankılanarak “Sen benim bu köpek kulübesinde yaşamamı mı istiyorsun?” diye bağırdı ve sonra kapıyı çarparak çıktı. O anda, Gülbahar’ın başına yaşadığı o gecekondu çatır çatır çatırdayarak başına yıkıldı.
Ekrem cezaevinden çıkalı kısa bir süre olmuş, bu sürede bir siyasi partiye üye olmuş, yönetim kuruluna girmiş ve adına ilçenin en merkezi yerinde kocaman bir kitapevi açılmıştı. Artık seyrek de olsa eve geliyordu çünkü dükkân yeniydi ve yeterince para kazanamadığı için Gülbahar’dan harçlık alması gerekiyordu. Gülbahar, sabah erkenden kahvaltı yapmadan evden çıkıyor, gece yarısından sonra geliyordu. İş yerinde çok yoruluyor, dinlenmesi gerekiyordu. Ekrem daha ilk günden “sana dokunduğumda ürkek bir tavşan gibi sıçrıyorsun. Sende cinsellik bitmiş” diyerek odasını ayırmıştı zaten.
Gülbahar, korkunç bir hayal kırıklığına uğramıştı. 25 yılın yorgunluğu, bitkinliği, bezginliğiyle yaşamaya başlamıştı. Ne ummuş, ne bulmuştu. “Elde var sıfır” demekten başka ne söyleyebilirdi ki..
Bu yeni duruma 6 ay dayanabildi. Artık kocası kendisiyle konuşmuyordu. Terapi için gittiği psikolog, Gülbahar’ın eşiyle de tanışmak, görüşmek istediğini söylemişti. Bu durumu kocasına anlatınca şiddetli bir tepkiyle karşılaştı. “Benim tedavi olmaya gereksinmem yok. Ben erkeğim ve doğal olarak bazı gereksinmelerim var. Bu sende yoksa senin eksikliğindir. Ben de başka adreslere yönelirim.” diye bir yanıt almıştı.
Ekrem işe gidince Gülbahar yatağından çıkmak istemedi. Suyunu yanına alarak kendisini uykuya teslim etti. Artık dış dünyayla bağlantısı yok gibiydi. Gece mi, gündüz mü hiç önemi kalmamıştı.
21 gün boyunca yemek yemedi, sadece su içti. Sonunda midesi suyu da kabul etmemiş olmalı ki kusmaya başladı. Çok fazla kilo kaybetmişti. Halsizdi, halüsinasyonlar görmeye başlamıştı.
Ekrem çoğu geceler eve gelmiyor nadiren geldiğinde karısının aç mı, tok mu olduğuyla hiç ilgilenmiyor, “Hastaysan hastaneye götüreyim” bile demiyordu. Umut Can ise eve hiç uğramaz olmuştu. Annesi kendisine bir gün bile babalık yapmayan yabancı bir erkeği evine aldığı için bekâr arkadaşlarıyla kalıyordu.
Gülbahar, üç hafta sonra su içmeyi de keserek ölüme yattı. Üçüncü gün yaşamı sona ermişti. O gün, Umut Can evden çamaşır almaya gelmişti. Annesinin odasının kapısı aralıktı. “Anne benim lacivert montum nerede, dolapta bulamıyorum” diye seslendi. Yanıt alamayınca bir daha… Bir daha derken annesinin odasına girdiğinde o korkunç tabloyla karşılaştı.
Babasına haber vermesi için büyük abisine telefon etti. O gün öğle saatlerinde çok az insanın katılımıyla Gülbahar’ı aceleyle toprağa verdiler.
Ekrem kısa süre sonra Gülbahar’ın maaşını almaya bir de yeşil pasaport çıkardı. Kitapevine maaşlı bir eleman alarak kendi deyimiyle “hayatını yaşamanın” adımın atacaktı.
Bu arada birikimlerini biraz ajitasyon biraz da demagoji serpiştirerek klavyeye dökerek üretmeye başlayınca kendisini ünlü bir yazar olarak lanse etmeyi başarmıştı. Ne de olsa arkasında radikal bir parti vardı. Her şeyin tüketildiği, kalitenin revaçta olmadığı bir toplumda rezil olmak yerine vezir olmak çok daha kolay hale gelmişti. Arada internet ortamından çalarak ufak tefek düzenlemelerle şiir de paylaşınca isminin başına şair ve yazar unvanı gelmişti. O artık ünlüydü ve önünde kimse duramazdı.
Ağustos ayında Antalya’da bir otelde yer ayırtarak tatile gitti. Orada Gülbahar’ın en yakın arkadaşı Sinem’le karşılaştılar. Sinem, bahse konu edilen partinin ileri gelenlerinden birisiydi.
Kısa bir konuşmadan sonra Sinem, Umut Can’ın durumunu sordu. “Ben ona ‘üniversiteyi terk ettin. Bu durumda kimse sana iş vermez. Gel dükkânda çalış, bana yardım et’ dedim kabul etmedi. Ne hali varsa görsün, parasız kalsın ki burnu sürtülsün” dedi.
Sinem duyduklarına inanamamıştı çünkü çocuk, annesinin maaşını alabilirdi. Ama Ekrem, “Ölen eşimin maaşını it/köpek yiyeceğine ben yiyorum. Şaşılacak ne var bunda?” diye yanıtladı. İt /köpek diye tanımladığı kişi en küçük oğlu Umut Can’dan başkası değildi.
Züleyha Akın