
GÜLBAHAR ÜZERİNE NOTLAR (Gülbahar’ın hazin sonu ve suçlu kim?)
Züleyha Akın
Femtrak’ın 44. sayısında yayınlanan Gülbahar öyküm üzerine yazarlarımızdan Zehra İpşiroğlu, bizi epey düşündüren bir tartışmaya yol açan bir yorum yaptı. O yoruma yanıt veren Yelda Karataş’ın yazdıklarını ve kendi düşüncelerimi de paylaşarak bir deneme yaptım.
Zehra İpşiroğlu tartışmayı şu biçimde başlattı: “Züleyha Akın gerçek bir yaşam öyküsünden kaynaklanan Gülbahar Hemşire’nin öyküsünü, geçen sayımızda, belgesel bir öykü olarak hiç yan tutmadan, kendi düşüncesini belli etmeden kaleme almış. Öykünün özellikle hüzünlü sonu okuyucu tartışmaya çağırıyor. Bu tür tartışmaları dergimizde yayınlanan başka yazılarla da yapabilirsek aramızda verimli bir düşünce ve duygu alışverişi olabilir. Femtrak’ta böyle bir diyalog anlamlı olmaz mıydı?”
Her yazar yazma sürecinde yalnızdır. Ama yazdığı elinden çıktıktan ve yazma süreci bittikten sonra, ki yalnızlığını da aşmıştır, bu nedenle de okuyucunun düşünce ve duygularını merak etmeye başlar. Bu açıdan böyle bir düşünce alışverişinin üreten için de alımlayan için de önemli olduğunu düşünüyorum.
Ben, Gülbahar hemşirenin öyküsünü giderek artan bir öfkeyle okudum. Çünkü onun gençken kendisini zorlayan ataerkil bir dünyaya başkaldıracak güçte olduğunu gördüm. Ama bu gücünü Ekrem’le karşılaştığı anda yitiriyor. Aşama aşama Ekrem’in onu çektiği girdabın içine kayıyor, sonra bir an geliyor ki, Ekrem mutlu mesut yaşarken o yok olup gidiyor. Bu yorum doğru olabilir mi? Pek sanmıyorum, çünkü Gülbahar’ın onu zorla evlendirmek isteyen babasına karşı başkaldırısı ölüme yatmak.
Ölüme yatmak o sırada bir çözüm oluyor ama olmayabilirdi de. Ölüme yattığı anda kontrolü elinden bırakıp güçlü olanın insafına teslim oluyor. Bu nedenle burada bir başkaldırıdan çok umutsuzluğa doğru uzanan bir öfke görüyoruz. Böyle baktığımızda öykünün sonu, yani kendisini öldürmesi de çok anlamlı. Gülbahar başı sıkıştığında mücadeleden vazgeçip ölüme başvuruyor, nitekim sonunda da kendini öldürüyor.
Sorular: Öyküyü nasıl okuyacağız? Ne özverili kadın, ne büyük aşk diye mi? Öyle okursak ataerkil ideolojinin bizlere dayattığı değerleri (kadının duygusallığı, sevgisi, özverisi vb.) sorgulamadan kabul etmiş olacağız. Ama şöyle de sorabiliriz? Ekrem, neden hayatın getirdiği fırsatları değerlendirerek hiç kimseyi umursamadan başına buyruk yaşarken Gülbahar, Ekrem odaklı yaşıyor? Neden onu hiçe sayan Ekrem’den kopamıyor? Neden bu takıntı? Böyle baktığımızda Gülbahar’ın kendi kendini nasıl bir çıkmaza soktuğu ortaya çıkmıyor mu? O zaman suçlu kim, Ekrem mi, Gülbahar mı, yoksa kadın ve erkeği belli rollere iten ataerkil ideoloji mi?
Öykü bence çok çarpıcı. Benim bir önerim var. Ben olaya başka bir pencereden bakıyorum. Burada şöyle bir şey var. Ben cinsiyet açısından bakıyorum. Erkek tamamiyle yaşam odaklı yaşıyor. Yani hayat ne getirirse ona bakıyor, kendi çıkarının peşinde. Kadın ise erkek odaklı yaşıyor, kendisini feda etmekten neredeyse mutluluk duyuyor.
Böyle bir şey var. Yani bu, tamamiyle ataerkilin getirdiği bir şey. Eğer Gülbahar’da feminist bir bakış açısı olsaydı, eğer ataerkilin kadına nasıl bir rol biçtiğini görebilseydi, böylesine hazin bir son olmayacaktı. Bu da benim yorumum.”

Yelda Karataş’ın yaklaşımı ise aşağıdaki gibiydi: “Dostlar Zehra arkadaşımızın önerisi şahane bir düşüncedir. Bunu her sayıda bir örnek seçip özellikle kadın sorunu üzerinden yapabiliriz. Zehra’yı gözlerinden öpüyorum.
Tabi ki benim düşüncem. Hem Zehra’nın söylediklerine katılıp hem de daha temelden bir şeyler söylemek isterim. Ve tabi ki izin verirseniz de yazarım. O bölümde özellikle sınıflı toplumun ürünüdür ataerkil toplum. Dolayısıyla kadının iki kez sömürüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Birincisi sınıflı toplumun sömürüsüne tabi kalan bir insan, ikincisi ise ataerkil bir sistemin ya da eril bakışın/ahlâkın yani burjuva ahlâkının bir sonucunda ortaya çıkan bir olay, kadının bir sömürülüşü var.
En ilerici sandığımız erkek bile yataktan mutfağa kadar sömürüyor kadını. Kadının yeni yeni fark ettiği, hatta kadın da çoğu zaman fark etmiyor bile bu durumu ve bir çok yanlışı da hakkı olarak görüyor. Bunun temelinde de günümüzdeki burjuva ahlâkı var. Hala yarı feodaldır düzen. Çünkü hâlâ bu ahlâkın kalıntılarını babalar gibi üstümüzde taşıyoruz. Bunu doğru oturtmaktan yanayım ama sonuç tabi ki ne güzel söylüyor: “Sonucun değişebilme şansı var”
Her zaman mı? Hayır, sosyalist toplumda da gösteriş olarak çözüldüğünü düşünüyorum.
Sorunun, çok çok çok daha derinlerinde tarihsel bir sürecin ürünü olarak değişebileceğini, gelişebileceğini hayal ediyorum. Yani sosyalizm geldiğinde yarın bir kurtuluş olmayacak kadın için… Yine aynı sıkıntılar olacak. Bakış açısı değişmeyecek. Bunu geçmişteki sol hareketteki çok devrimci arkadaşımızın eylemlerinde, kadına karşı davranışlarında, hem de sol adına yaptıkları eylemlerinde, acı örneklerini gördük. Bunu biz de normal saydık. En akıllılarımız bile… Evliliklerimizi nasıl yaşadığımız ortada… Bu kaderin böyle çok kolay değişebileceğini zannetmiyorum ama nasıl değişebilir üzerine fikir üretecek insanlar varsa o da biziz. O açıdan sevgili Zehra’nın önerisini çok değerli buluyorum. Yani helâl olsun Zehra’ya… Zehra’nın o radarlarına hep hayranım zaten. O nedenle bunu böyle yaparsak ben varım. Hatta bunun üzerine topluca da konuşabiliriz. Nasıl uygun görürseniz ben varım. “

Bu öykünün anlatıcısı olarak da ben düşüncelerimi paylaşmak istiyorum sizinle: Gülbahar Hemşire ataerkil bir babanın kızı olarak dünyaya gelmiş. Evlerinde ağırlıklı olarak baba otoritesi her daim var olmuş. Baba kızına eğitim vermek yerine bir an önce evlendirip sofradan bir kaşık eksilsin derdine düşmüş.
Bir kadının böyle bir aile yapısı içinde kimliğini bulması zordur. Küçük yerleşim birimlerinde çok yaygın olmasının yanı sıra, büyük kentlere göç eden ailelerin kız çocuklarını okuldan alarak çalıştırmak, evlendirmek, erkek çocuklarını ise üniversiteden mezun etmek gibi düşünceleri vardır. “Kızı okuldan çekeceğiz oğlanı kursa göndererek üniversiteyi kazandıracağız. Kız nasıl olsa evlenecek el’e gidecek” diye düşünen ailelerin sayısının çok olduğunu hepiniz bilirsiniz.
Bir diğer yandan şöyle düşünmedim değil. Gülbahar neden hemşirelik mesleğini seçti?
– Birincisi mezun olur olmaz kısa yoldan mesleğe atılmak,
– İkincisi ilk gençlik yıllarında yaşadığı travmalardan kaynaklanan yaralı yüreğini, başka insanların yarasını sararak iyileş(tir)mek,
– Üçüncüsü geçmişte kendisini ölümden kurtaran doktoruna duyduğu minnet duygusundan yola çıkarak vefa borcunu ödemek.
Bütün bunları gerçekleştirirken kadın kimliğini görmüyor ya da göremiyor. Sonuçta ders kitaplarından başka kitap oku(ya)mayan bir gençtir.
Bu durumda sevgili Zehra İpşiroğlu’nun ifade ettiği gibi erkeğe belli bir rol veriliyor. Erkek bu nedenle etken olurken kadına biçilen rol model de edilgen olmaktır.
Kadın, erkeğe odaklı yaşıyor ama içinde yaşadığı toplumun biçtiği misyon bu. Erkek istediği gibi yaşıyor tümcesi bu öyküde yeterince yer bulmuyor. Çünkü erkek, Gülbahar öncesi ve sonrasını sayarsak, toplamda 34 yılını hapishanede geçiriyor.
Ekrem, bir takım elbise diktiği müşterisinden ücretini alamadığı için kavga ediyor. Bitişik nizam mimarisi olan yerleşkede üç bekâr erkek öldürülüyor. Yani Ekrem’in evinin bir kaç ev ilerisinde oturan insanlar bunlar. Sabah Ekrem’in evini basarak emniyet amirliğine götürüyorlar. Bu olaydan birkaç gün sonra gerçek katiller yakalanıp suçu örgüt adına işlediklerini itiraf ettikleri halde Ekrem tahliye edilmiyor. 12 yıl sonra cezasını bitirip tahliye ediliyor bu kez de yine bir kaç ev ilerde oturan gençler (yine 3 kişi) infaz ediliyorlar. O dönemin savcısı “katil bundan başkası olamaz” diyerek Ekrem’e müebbet hapis cezası almasına neden oluyor.
Şimdi size soruyorum. “Yıllarını hapishanede geçiren ataerkil kafalı bir erkek eğer sistemin kendisini öğüttüğünün farkında değilse bu faturayı en yakınından çıkartmayacak mıdır? En yakınında kendisi için her şeyini feda eden Gülbahar gönüllü esiri değil midir?
Burada farklı bir dünya var. İki kişilik… Aşk bile tek kişilikken.
Belki de Gülbahar baba profilinin dışında bir erkek özlemi çektiği için Ekrem’in o kırılgan yüreğini gördü. “Babamın yaptığı yanlışlığı yapmaz, değer veririm, değer görürüm” diye de düşünmüş olabilir.

Bekleme motifi gerçekten çok ilginçtir fakat bizi şaşırtmamıştır… Edebiyatımızda, hatta şiirlerimizde, özellikle sinemamızda hep kadın evliliğini bitirmez, erkeği hapishane kapısında, yolda, evinde bekler. Erkek evine dönünce, evinde her şeyin yerli yerinde olduğunu görür ve gururlanır. Kadın en yakın çevresinden gördüğü (yazılı ve sözlü) tacizleri gizli bir sırmış gibi içinde saklar.
Peki, kadın cezaevinde olsaydı ve kocası veya sevgilisi beklemeseydi bu toplum erkeği olumlamaz mıydı? Bu da farklı bir handikap. Erkek yaparsa doğal, kadın yaparsa doğal değil.
Burada beklemek motifinden çok adanmışlık var. Kadın birkaç saat görebildiği bir insana kendisini tamamen adamış oluyor. Ve ne yazık ki bu durumu içselleştirip, kabulleniyor. Kadının kendi tercihidir bu. Ve bu, HASTALIKlı bir durumdur.
Yine arkadaşımızın söz konusu ettiği gibi bu öyküyü sizler yazsaydınız doğal olarak farklı yazardınız. Ben dışarıda kalmayı yeğledim ve hiç yorum katmadım.
Ben neden kendimi geri planda tuttum konusuna gelince Gülbahar’ın yaşadığı ilçeye farklı nedenlerle, kültürel etkinliklere katılmak amacıyla gidip gelmişliğim olmuştur. Benim çevremizin insanı olmayan, bu tür etkinliklere ilgi duymayan insanlarla karşılaşma olanağım yoktu.
Ekrem’le yolumun kesişmesi Ankara Adliyesi önünde Berfo Ana’nın gelmesini beklerken oğluyla tanışmamla oldu. O zamana kadar Medya’da “Yerli Mandela” lakaplı birisinden söz edilmiyordu. İki kez cinayet işlemiş olmaktan yargılanmış bir mahkûm olduğunu öğrendim.
Ekrem’i ziyaret etmek istedim bana, işyerini geç kapattığını gerekçe göstererek geç bir saatte randevu verdi. O gece kızım aracıyla beni almaya geldi. Ekrem bana, sanırım kuşkucu tavrından kaynaklı olsa gerek, otoparka kadar eşlik etti. Kızım, onunla tanıştıktan sonra, “siz de annem gibi düşünce suçlusu olarak mı yargılandınız?” diye sordu. Ekrem, açık açık “hayır ben cinayetten yargılanan bir katil olarak cezaevinde yattım” dedi. Bunu duyan kızım, irkildi ve bana anlamlı anlamlı baktı. Yolda da, “böyle bir insanın yanında ne işin olur” diye sormadan edemedi.
Yazarken yorum yapmak konusuna gelince ben, ne Gülbahar’ı anlayabilirim ne de Ekrem’i… İkisi de bana, benim dünyama çok yabancı kaldılar.
Tanık olduğunuz bir olayı anlatırken kendinizi o öykünün içinde göremezsiniz düşüncesindeyim. Sevgili arkadaşım Zehra, benim bu tavrımı ilginç bulurken, tarafsız duruş sergilememi taraf tutmaya biçiminde değerlendiriyor. Bu da ilginç bir tespit.
Gülbahar öldükten iki gün sonra o ilçeye tekrar gittim. Gülbahar’ı da tanıyan bir arkadaşım bu olayı bana aktarınca tam olarak içselleştiremedim.

Kadının kurban olduğu doğrudur. Kurban sadece Gülbahar mıydı? Nazım’a, değil yüreğini tüm ömrünü veren Piraye ‘yi düşünün. Piraye de sevdiği erkeği görebilmek için Bursa hapishanesine gittiğinde Nazım’ı dayısının kızı Münevver Hanım’la öpüşürken görür ve kendisini göstermeden oradan ayrılır. Piraye Hanım 14 yıl boyunca bekledi de karşılığında ne gördü?
Öneriler aşamasına gelirsek bu öykü anlatılırken küçük küçük örnekler katılabilirdi. Ama ben kendimi bu tabloda göremediğim için eksik kaldı.
Ekrem’le tanışmam ilginçtir. O ilçenin en büyük kitabevini işletiyordu. Kitap almak ve kendisiyle tanışmak amaçlı gittim.
Konuşurken, “siz tahliye olduktan sonra kendinizi nasıl bir ortamda buldunuz veya hissettiniz?” diye sordum. Duraksadı, uzun uzun düşündü. Yanıt gelmeyince, devam ettim: “Sizin de bildiğiniz gibi Kelebek romanında roman kahramanı olan ve sonradan “Kelebek” ismiyle anılan kişi hapishaneden defalarca kaçmış ve yakalanmıştır. Kaçıncı yakalanışıydı anımsamıyorum ama o sahne gözümün önünden gitmiyor. Hapishane müdürünün Kelebek’e ‘sen buradan kaçıyorsun ama benim de senden farkım yok. Günün 12 saatini bu ortamda geçiriyorum. Senden tek farkım evimde yatağımda uyumaktır. Emekli oluncaya kadar ben de sizler gibi mahkûm hayatı yaşıyorum’ der. Bu bağlamda ne düşünüyorsunuz diye sorarak onu konuşturmak istedim. Ekrem “evet eskiden de özgürlüğüm yoktu. Şimdi de gezip tozamıyorum. Hapisten çıkar çıkmaz beni bu dükkâna mahkûm ettiler. Sabahın köründen gece yarısına kadar buradayım. Tek fark, karımın kiraya tuttuğu o köpek kulübesinden farksız evde tek başıma uyuyor olmam. İçerdeyken de yoktu şimdi de cinsellik yok” dedi.

O gün de yorum yapmamıştım, bugün de yapmıyorum. Ama soruyorum: 63 yaşında bir erkek cinselliği yaşamın merkezine koymuştu da, yaşamı boyunca sadece 6 ay cinsellik yaşayan Gülbahar neden bu hakkı kendisinde görmüyordu?
Benim esas anlatmak istediğim konu farklı bir boyutta… Ekrem apolitik ve asosyal genç bir terziydi ve iğneyle kuyu kazarak ekmeğini kazanmak derdindeydi. Elbette, kapitalzmin acımasız gelişmesi sonucunda dışarıda farklı bir dünya var ve artık kimse erkek terzisine giderek takım elbise diktirmiyor. Konfeksiyon rüzgârı esiyor. Ekrem bunun farkına vardığında o büyük şirketlere kinleniyor. Bireysel tepkiler gösteriyor ve bu durum müşterilere de iyi davran(a)mamasını beraberinde getiriyor. Saldırısının hedefine müşterileri koyuyor.
Sonra hapishaneye düştüğünde çok fazla zamanının olması önünü açıyor. Orada devrimcilerle tanışıyor. Onlarla konuşmayı seviyor. Kitap istiyor ve susuz kalmışlığının farkına vararak gecenin ilerleyen saatlerine kadar kitap okuyor. Sadece okuyor, okuyor, okuyor.
Bu, teorinin pratiğe yansıması oluyor mu peki? Olmuyor. Yaşamı, davranışları, düşüncesi değişiyor mu, değişmiyor.
Çok daha kötüsü oluyor. Kendisine odaklanarak yaşamın merkezine kendisini koyuyor. Puzzleın parçasını tamamlıyor. “Bundan böyle sadece ben varım benim çevremde herkes benim tebaamdır ve bana hizmet etmek zorundadır” demeye getiriyor.
Bu düşüncemi destekleyen bir anıma kısaca değinmek istiyorum. 80’li yıllarda duygusal bağım olan erkek arkadaşım gözaltına alınmış, aylar sonra savcının önüne çıkartıldıktan sonra serbest bırakılmıştı.
Bana dürüstçe şunu söylemişti. “İçeriye alındığımda ilk 24 saat sadece seni düşündüm. Nazım Usta’nın ‘o şimdi ne yapıyor’ olayında anlatmak istediği gibi… Derken gün 48 saate evrildiğinde artık seni hiç düşünmüyordum. Sadece ne zaman yemek vereceklerini ve ne zaman işkenceye götürüleceğimi düşünür olmuştum.”
Arkadaşlar bu devran böyle giderse biz bu konuları daha çok konuşacağız. Söyleyeceklerimi çok fazla uzattığımın farkındayım. Hepinizin affına sığınarak huzurlarınızdan ayrılıyorum.