24 Ekim 2020 tarihinde Messenger’dan gelen mesaj şöyleydi:
“Günaydın sevgili Hülya!
Nasılsın demeye dilim varmıyor. Şiirle göründüğüne göre iyisin, umuttan yanasındır, eminim. Ben de tırmalıyorum hayatı. Umarım baharı görürüz, sesimiz sesimize karışır. Yedi göğü yaratan sevgiyle daima. Selamlar.”
Sağ olun şairim. Hastane kötü… Bizler de öyle… Dost selamına hep iyiyim. Umarım sizler de iyisinizdir.
“Sabitlendim ben de… Yazı çizi, kitap oyalanıyorum. Aklımız sizlerde, dikkat edin lütfen!”
8 Kasım 2020 ( 6 Kasım İzmir depremi, pandemi devam)
“Günaydınlar. İyi misiniz biraz?”
Bu virüs mutasyona uğramadan rahat yok bize. Üstüne bir de deprem.
“Direnmeye çalışıyoruz aynı şekilde, gerekmedikçe çıkmıyorum.”
Kitaplar için fırsat oldu bir yandan da sanırım. Koronada hiç boş durmadınız. İzliyorum.
“Evet, korona sürecinde şiirlerimi bir araya getirdim. İç aynama bakıp, gözden geçirdim kendimi. Toparlandım. Toplam 10 kitaplık iki cilt halinde. Adlarını seveceğinizi umarım: Kı-rıp Sesimizi ve Kirpiği Islak Bir Yenilgiyle
Kendinize zaman ayırın lütfen. Hayata, dostluğa, kitaplara tüm güzel şeylere, inceliklere zaman ayırın. Bir zaman aralığında buluşuruz mutlaka. İnanıyorum, koronaya da kalmaz bu dünya. Arkadaşlara da selamlar.”
13 Mart 2021 (bir hekimi kaybettik, üzgünüm)
“Başınız sağ olsun, çok üzüldüm. Sağlıkçılar çok kayıp verdiniz. Kendinize iyi bakın sevgili Hülya. Tek tek kendimize iyi bakalım. Ada gibi kaldık zaten, pes etmek yok.”
Oradan hissedip, bizlere güç vermeye çalışmanız çok kıymetli, var olun.
“Dostluk içi boş kavram değildir ve birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Arayıp sormak gerekir. İnsan gerçek dostunu sorar. Hele bu insan kıtlığında! Çok yoruldunuz, büyük kayıplar verdiniz, umulmaz bedeller ödediniz art arda. Bunun da farkındayım. Yazdığımız çizdiğimiz her şey empatiyle ilişkili. Lütfen, yanınızda olduğumuzu duyumsayın.”
30 Ocak 2022
Doğum gününüzü kutlarım. Biraz yorgunluk mu var? Aman ha! Daha “çayımıza güneş karıştırmadık, muhabbeti demlemedik”. Evlere hapsolduk ama çok da ürettiğiniz bir süreç oldu değil mi?
“Yalnızlığımızın bakırı çıktı! Ondandır. Evet, pandemi her şeyi bir yana savursa da iyi çalıştığımı söyleyebilirim. Biri toplu şiirler olmak üzere, iki deneme, iki çocuk kitabı ve son kez bir şiir kitabı yansıdı. Erken Ölümlü Şairler Antolojisi üçüncü baskıyı yaptı. Yanı sıra vefat eden iki şair arkadaşıma ait toplu şiir kitabı hazırladım. Onlar da çeşitli nedenlerden dolayı matbaa aşamasında kaldı. Aslında sitem ettiğim bir konudur bu. Çünkü her iki kitabın tasarısı son derece önemliydi. Nedense olmadı, yıprandım çokça. İlgisizlik, kayıtsızlık, ne dersen de! Gelen tepkilere göre yine, İdalı şair Ahmet Uysal’ın şiirlerini Şiire Yetmeyen Zaman 1-2 adı altında bir araya getirmek önemli bir edebiyat olayıydı. Bu arada dergilerle iletişimim de yoğun biçimde sürmekte.
Sevgiyle esen kalasın.”
14 Şubat 2022
Sayfamda yeni yazı var! Bakın bakalım, kendinizi görebilecek misiniz?
“Bakayım sevgili Hülya. Peşinen teşekkürler…
Su gibi okudum. Kalemine sağlık arkadaşım. Evet, enfes bir mektuptur o! Behçet Necatigil’ den Ahmet Günbaş’a. Ardından kocaman bir paketle imzalı kitaplarını göndermişti de dünyalar benim olmuştu. Henüz 24 yaşındaydım! Benim için müthiş bir referanstı.
Eski aşkları/dostlukları da özlüyorum, mektupları da…
Gerçekten görünce kıvanmıştım.(Sorma, el yazımızı yitirdik)
‘İnsan aşklardan yapılırmış /bir de ayrılıklardan / Durup durup içlenmesi bundan’ demiştim bir şiirimde. Bunu en iyi mektuplar açıklar. Derin konuşuruz bir gün. Çok etkilendim. Dostlukla daima.”
28 Mart 2022
Önümüz bahar. Bir söyleşi yapalım mı? Formal olmayan, şöyle dertleşir gibi.
“Neden olmasın? İçtenlik şart zaten. Şablon sohbetleri de dostlukları da pek sevmem. Önce insan temeline dayanmalı. İnsan temeli yoksa üzerine bir şey inşa edemezsin. Hep böyle baktım insanlara ve ilişkilere. Hem de adanmışlık derecesinde. Çok da hayal kırıklığına uğradım. Ancak insanın eksilmediğini de gördüm, gönendim. Benim gözüm çekirdek insanda! Dostluk demişken bir dizemi anımsatayım:
‘Dostum gel buradan geç, durulsun pişmanlıklar’
Umarım epeyce çitleriz bu konuda!
Kıymetle kalın.”
Ve an gelir, 5 Mayıs 2022…
Latife Hanım Köşkü, Karşıyaka, İzmir’ e demir attık efendim, ikinci bölüm canlı yüz yüze olacak. Şu düşünceler ile Karşıyaka vapurundayım.
Bir dönem önceydi, Kubilay Oransay ile beraber amatör bir dergi çıkarıyorduk. İşte o zaman İzmirli şairlere, yazarlara özel sayfalar ayırıp kendileriyle tanış olmuştuk. Ortak dostlarımız, Selçuk Oğuz’un gayretleriyle çıkan “Engelliler Gazetesi”ne ve Y. Bekir Yurdakul’ un çıkardığı “Batı Söz”e (yerel gazete) yazılar hazırlayarak verdiğim dönemde daha çok tanışacak, kitap fuarlarında ise Ahmet Günbaş standı adeta bizim standımız olacaktı. Ne ki onun böylesi duyarlı, incelikli, kocaman bir kalbi olduğunu, her fırsatta arayıp sorarak, bize mesnet oluşunu pandemi sürecinde daha iyi anlayıp, şaşıracaktım.
Merhaba efendim.
Sizin kaleminizle ilk tanışmam Annem şiiri ile olmuştu. Sonrası Ateş Çekirdeği isimli kitabınızda “anneli – annesiz” bölümü çok etkiledi. Şiirlerinizin gölgesinde uyuyordur eminim anneniz Havva Günbaş. Anmadan geçmeyelim.
“Bakır paralar gibi hırpalandı
Günlerin altın yolculuğu
Nasıl yaşlandın sen annem
Kimselere görünmeden
Ben, her şairde bir anne kalbi olduğuna inanırım. Anne odaklı şiirlere de böyle bakıyorum. Şiir, bence doğurgan, dişil bir türdür. Annemin bende etkisi fazladır. Onu 2017’de yitirdim. Ancak kalbini bende bıraktığı inancındayım. Birçok şiirde geçer annemin gölgesi. Dahası 2018’de yayımladığım üçlüklerden oluşan Gölgesi Yaralı adlı şiir kitabımı tümüyle anneme ithaf etmişimdir. Oradan bir üçlük çekivereyim isterseniz:
Solgun bir fısıltıyla eğilip kulağıma
Çağ dedin, ah, aldanışlar çağı!
Annem, nasıl gördün içimdeki bıçağı?
Anne faslı hiç bitmez bende. Son şiir kitabım Çürüntü’de yer alan Unutmak Meseli adlı şiirim de yine anne kaynaklı. Zor bir yaşamın içinden gelen annem son yıllarında unutkanlık hastasıydı. Ancak kalp yetmezliğinden yitirdik onu.
Gülü geç, o hiç bizden yana solmadı
Unutalım annem; rahatlayalım
Çatlağı patlağı girsin hizaya
Kalbimizden fazlasını söküp atalım”
Nereden baksak buram buram edebiyat kokuyorsunuz. Oldukça da velut bir yazarsınız. Şiir, deneme, dergi, antoloji çalışmaları, çocuk ve gençlik romanları. Nasıl bulaş oldunuz edebiyata?
“Çok yönlü olduğum doğrudur. Şiirle düzyazı arasında koşturur dururum. Yaşam neyi yazdırırsa artık. Sıkıntı çekmem bu konuda. Beynimde tıkır tıkır işleyen birden fazla düşünme merkezi açabiliyorum. Buram buram kokmak olayına gelince; insan bir parça yaptığı işin kokusunu taşıyor demek. Sevgili Turgut Baygın da Foça’da Aşkla adlı gençlik romanım için ‘Mis gibi şiir kokuyor’ demişti!”
Ahmet Günbaş isminin bendeki karşılığı üretkenlik, sağlam duruş, dürüstlük, vefa, özellikle dosta, çocuklara ve şehre ahde vefa gibi değerler ve nitelikler taşıyor. İzmir’de sandaldan denize atlayarak intihar eden şair Rabia Öztürk ile ilgili kısa öykünüzü çok etkilenerek okudum. Yine Ender Sarıyatı ve Ali Rıza Ertan’ı hatırda tutmak için yaptığınız çalışmaları da biliyorum. Foça’da Aşk kitabınızda sayfalarınızı şair arkadaşlarınızla paylaşmış, onları anmadan geçmemişsiniz.
“Sanatın ve sanat yapıtının olmazsa olmaz üç bileşeni vardır: Etik, estetik, ideolojik…
Etiği her şeyin önüne koyarım. Gerisi insan sevgisiyle ilintilidir. Değerbilirlik ışığımı daha güçlü kılar. Bir de aşk derecesinde bağlanırım işime. Sanatla uğraşmanın karşılığı insandır. Sınırsız empatidir. Sadece gerçeklik yetmez, sahicilik gerekir. Sahici bir şiire dokunduğunda insana dokunmuş gibi olursunuz. Böyle bir yalınlıktan ve derinlikten yanayım. Hani ‘çizip geçmek’ derler ya, sanırım böyle bir şeydir o! Yazdığım önce beni çizmelidir ki okura sunmaya yüzüm olsun. Kolay değildir haddeden geçmek, dil tadıyla sonsuza doğru akmak… Sonuçta işimi yapıyorum. Daha doğrusu yapmaya çalışıyorum. Zamanın sınamasına açığım. Geride ne kalırsa artık.
Buraya da şu üçlüğü düşürelim:
Kalırsa kalır diyor iç sesim
Birkaç dost birkaç dize sonsuzla uyumlu
Uzun etme geçmenin ilmi bu!..”
Kitaplarınızda pek çok şairin dizesi geçer, sayfalarınızı paylaşmanız bana çok kıymetli geliyor.
“Evet, ölülerle dirilerin bir toplamıyız biz. Ne çıkarsa bu toplamdan çıkar. Onları anmadan geçersek bir şeyler eksik kalır. Belki de tarih bize gücenir. Onlardan kalan birikim, insanileşme sürecimizin en önemli kültürel varlığıdır. Biz, içgüdüsel bir yaratık değiliz sonuçta. Biriktirdiklerimizle ve öğrendiklerimizle devam ederiz yolumuza. Geçmişin üstüne koyduklarımız ise bizi işaret eder. Kısaca zamanın yurttaşı tüm zamanları sorgulamak zorundadır.”
Şehrengiz bir yazar var karşımda. Her kitabınızda İzmir’i, mahalleleri, sokakları, derinlemesine ele aldınız; Yitik Göl ile Halkapınar’ı, Sasalı, Kuş Cenneti, Çiğli, Foça, Yayla Sineması’nı anlattınız. Şehrin belleği için çok önemli eserler her biri. Şehir belleğini yeni kuşaklara aktarmak şairlerin, yazarların işi biraz da. Sonraki kuşaklar ve İzmir sizi hiç unutmayacak! Kendini bir kentle özdeşleştirmek nasıl bir şey?
“Kavafis, kent-insan ilişkisine ilişkin “Bu kent ardından gelecektir” der ya şiirinde. Benim doğup büyüdüğüm kent de öyle. Nereye gitsem ardım sıra gelir. İzmirsiz yapamam. İzmir de bensiz. Onunla ilişkimin çevresel ve duygusal bir temeli vardır. Kolay değil, neredeyse İzmir’in gençliğini yaşadım bugüne bakılırsa. Benim tanıdığım kentin yerinde yeller esiyor şimdi. Giderek betona boğduk, sesini soluğunu kıstık. Kentin tarihine, inceliğine bakmadan kaba saba inşaatlarla yok ettik onu. Halkapınar gölü gibi söylencesi ve içinde tapınağı olan bir gölü kuruttuk, haritadan sildik. Bu hem çevre hem insanlık cinayetidir. Ben Yitik Göl’ü yazdıktan sonra Halkapınar Gölü de gündeme geldi. En azından bu yanıyla mutluyum. İnsanlar neleri yitirdiklerini bilsinler ki zamanında onlara sımsıkı sarılsınlar.
Evet, kurtarma kazısı gibi yazılanların tümü kent belleğine dâhil. Ben bir tanığım sonuçta. Yaşadım ve gördüm. Yazar ve şairlerin kendilerine özgü bireysel tarihlerinden insanlık tarihine sıçrayan her ayrıntı son derece değerlidir. Birkaç yıl önce benim için yapılan bir etkinliğe konuşmacı olarak katılan şair Hüseyin Peker “Otuz yıl sonra filan hepimiz unutulacağız. Ancak Ahmet Günbaş anımsanacak” demişti de hafiften gülümsemiştim. O da sizin gibi kentle ilgili yazdıklarımı işaret etmişti. Üstüne üstlük bir gün Çiğli postanesinde bir memur, ‘Sizin bir Yitik Göl kitabınız varmış. İnternetten araştırdım. Çok şaşırdım’ deyince afalladım. Hiç de beklemiyordum hani. Durun size, yine son şiir kitabımda yer alan Bayraklı şiirimin son dizelerini aktarayım da o yitirme duygusunun bir daha farkına varalım:
Bayraklı, hey Bayraklı!
Son koruk suyunu kim içti?
Son şarabına kimler yetişti?
Kalbini nerede düşürdün, aklında mı?”
Mitolojik kahramanlar ve olaylara çok yer vermektesiniz kitaplarınızda. Okurken Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat tatları duyumsadım.
“Mitoloji ya da söylencebilim, sonuçta insanlığın ürünüdür. İnsanın ve doğanın ortak diliyle oluşur. Ondan yararlanmamak olası değil. Tüm insani değerler yüklüdür mitolojide. Karşılığı tanrı gibi gözüken şeylerin temeli insandır aslında. Çünkü tanrı ya da tanrılar, sonsuzluk, yaradılış, derinlik, gizem, ululuk, vicdan, tapınç, hayranlık, iyilik, kötülük, doğruluk, vb. arayışların kaynağında yer alırlar. İnsan tanrıyla uzlaştığı oranda mutlu olur.
Şiir de dinsel tapınmalardan doğmuştur. Şair bazen tanrı katında saygınlık görür. Örneğin, Homeros böyle şairdir. Bir zamanlar Troya’yı yakıp yıkan Akhalar, yıllar sonra İlyada ve Odysseia’yı kutsal metinlerden sayıp tapınaklarında okumuşlardır.”
“Şiir öncelikle sestir” demişsiniz. Sizce şiirde ses nasıl bir şeydir? Ses nasıl bulunur?
“Şair adayı, etkilendiği şairlerin sesinden geçerek kendi sesini oluşturur. Bunu yapmazsa taklit aşamasından öteye gidemez. Hayli zahmetli iştir sesini oluşturmak. Şairliğe son noktayı koyamazsınız, ancak sesini bulduğu zaman ‘şairlik’ payesini almış olur. Ve biz, gerçekten şairden saydığımız kişileri seslerinden tanırız. Örneğin Nâzım Hikmet’le Orhan Veli, sesleri itibariyle farklı şairlerdir. Dahası sesini bulmak, öncekileri okumakla, bilmekle olasıdır. Bir bakıma ‘eskideki yeniyi, yenideki eskiyi’ ayırt etmemiz gerekir. Sanat yapıtı yeni bir duyarlık gereksinir. Ancak tüm zamanlara seslenecek kapsayıcı ve etkin bir dilden geçer şairin ya da yazarın başarısı.”
Gençliğe, çocuklara ayrı bir önem veriyorsunuz. Hem verdiğiniz eserlerden, hem de kendi yaşanmışlığımdan iyi bilirim. Biliyor musunuz tam da bu nedenle bir ara sizi öğretmen sanıyordum. Çok uzun zaman önceydi, biz hiç unutmadık. Üniversite öğrencileri Bingöl’ de bir okula kitap, defter, kalem vb. göndermek için kampanya başlattılar. Ben de sosyal medyadan dostlara duyurmuş oldum. Gençlerden biri arayıp şöyle dedi: “Epey bir destek geldi ama içlerinde biri vardı ki ona bizim için özel teşekkür eder misiniz? Çok fazla kırtasiye yollamış hem de gidip satın almış, yepyeni yollamış, sağ olsun. İsmi Ahmet Günbaş.”
“Çocuklar bizim temelimiz, geleceğimiz, her şeyimiz. Ötüşken kuşlarımız, muhteşem cıvıltımız. En başta onları baskılayıcı eğitimden uzak, her türlü sorgulamaya ve arayışa açık sağlıklı bir kuşak olarak yetiştirmek zorundayız. Çocuk edebiyatı bu açıdan çok önemlidir. Okudukça kendilerini daha iyi ifade edebilirler. Dönüşümsel özelliğe sahip yapıtlar kişiliklerinin oluşmasına ve pekişmesine yardım eder. Çocukları her bakımdan önemsiyorum. Onlara kitap yazmak da kırtasiye göndermek de aynı amaca hizmet ediyor. Yoksulluklar ve yoksunluklar içinde büyüdüğümden nelerin onları mutlu edeceğini çok iyi bilirim. Sağ olsunlar, var olsunlar.”
Yeni sözcükler üretmeyi seviyorsunuz. Göçerayak, delimsek, düş bozumu, düş bakısı, sarpa saran bir sarıdan kuşkanat uçmak, bıcırtı, dilinin ucunda söz eğlenmez pat diye söyler içindekini, zor adamdır önüne gelenle sözü karışmaz, cümbürçiçek, çürüntü gibi sözcük ve değiştirimler gözüme çarpıyor sık sık.
“Şiir işçiliğini önemsiyorum. Bu yüzden taptaze bir dil tadı sunmak istiyorum okura. Dile biraz dokunmak, onu başkalaştırmak, farklı kılmak gerekiyor. Şiir istiyor bunu benden. İnsanı yenileyen bir türdür o. Aynı ağızla yazacaksan benden uzak dur, der gibi sanki! Dolayısıyla şiirle cebelleşirken buluyorum o sözcükleri. Bazen kitap adı da olabiliyorlar. Çağlaçakır, Çürüntü gibi.”
Geçenlerde İran’da yayımlanan bir söyleşiniz oldu.
“Nuray Salman hazırladığı Evrensel gazetesinde yayımlanan söyleşidir o. Yine Salman’ın eliyle İranlı çevirmen Mojtaba Nehani tarafından Farsça ve Azerbaycan Türkçesine çevrilerek, Tebriz’de üç ayda bir çıkan Ghoroob (Gün Batımı) dergisinde yayımlandı.
Daha önce birkaç şiirim bir Gürcü antolojisinde yer aldı. İngilizce, Fransızca, Bulgarca, Yunancaya çevrilen şiirlerim de var. Bu güzel gelişmeler doğal akışta gerçekleşiyor. Edip Cansever’in dediği gibi ‘Karanfil elden ele’ yani! Başka bir dilde okunmak elbette mutlu ediyor beni.”
Öyle keyifliydi ki bitirmek içimden gelmiyor.
“’Biz yine geliriz, söz ağlamasın’ demiş olayım ki yeni bir karşılaşmaya kapı aralansın. Ve yine bir şiirimde geçen ‘Hayat yine aldandığımız kadar mavi’ dizesine koşut olarak yaşamak her zaman ağır bassın.
İlginize ve sevginize teşekkürler.”
(Panzehir Dergisi’nden alınmıştır)