
Kendisine ilk kez ne zaman “baba” dediğimi anımsamıyorum. Ancak ilk karşılaşmamız Ankara Mamak Askeri Cezaevi yolunda olmuştu. Sanki asırlar boyunca tanıyor gibiydim.
O sabah erkenden yola çıkmıştım. Elimde ağır olduğu için zorlukla taşıdığım bez bir çanta vardı. Görüş gününe hazırlanmak kolay iş değildi. Geceyi uykusuz geçirmek yetmez, ertesi gün yüzümüze yapmacık da olsa gülümseme maskesi geçirirdik.
Tutsak yakını olmak hiç de kolay iş değildi. Bizler ne yaşarsak yaşayalım içerideki insana moral vermek gibi bir zorunluluğumuz vardı.
Zar zor da olsa otobüs durağına geldiğimde aşırı bir kalabalığın olduğunu gördüm. Kimbilir araç ne zaman gelecekti. Saat başı mıydı yoksa buçuk muydu diye düşünürken yaşlı bir erkekle göz göze geldik. Kirpiklerini bile kırpmadan kararlı ve ısrarlı bana bakıyordu.
Bu toprakların insanı olmaktan çok kızılderili kabile reislerini andırıyordu bence. “Son Mohikan” diye geçirdim içimden…
Yaşına rağmen hiç ummadığım bir çeviklikle ve hızlı adımlarla yanıma geldi. “Kızım sen Artvin’liymişsin. Ziyaretçiler öyle dediler. Ben de Artvin Ardanuçluyum. Celavuz Köy Enstitüsü mezunlarından Halit Demir”
“Memnun oldum hocam. Ben Artvinde doğdum ancak 1967 yılından beri Ankara’da yaşıyorum.”
Gözlerinde inanılmaz bir hüzün vardı. Tutsak yakınları hiç konuşmadan da birbirlerinin ruhsal dünyalarını anlayabilirlerdi. Oysa Halit Hoca’nın acısı farklıydı. İki oğlu cezaevindeydi ama farklı koğuşlarda yatıyorlardı. İki kardeş farklı siyasi geleneğe sahip oldukları için uzun yıllardır birbirlerine küslerdi. Bu durum bir baba olarak çok ağrına gidiyordu. Çocuklarıyla aynı anda görüşemeyeceğinin verdiği acıyı hangimiz anlayabilirdik?
Eşi görüş gününe gelemeyecekti. Zavallı anne bu durumu hiç anlayamıyordu. İki kardeş neden çarpışıyorlar. Gecekonduya bile ayrı kapılardan giriyorlardı. Bir kez bile sofraya ailece oturmuş değillerdi. Çocuklarından birisi varsa diğeri yoktu. Ya da kardeşlerden birisi mutfakta tek başına yemek yiyordu. Eliyle karnını yoklardı ve acıyla kıvranarak “Ahhhh yavrularım siz ikiniz de aynı karında büyümediniz mi?” diye sormadan edemezdi. Sorsaydı ne olacaktı? Yanıtını alsa bile anlayamayacaktı ki…
Halit Baba bu durumu az çok anlıyordu. Büyük oğlu H.K.lı küçük oğlu D.Y. idi. Düşman kardeşler böyle olurdu da ya içerde durum nasıldı. Birisine diğerinden farklı mı davranıyorlardı. Aynı eziyeti görmezler miydi? Hiç değilse içerideyken barışsalardı ne olurdu. Belki de kanayan yarası bir parça dinerdi.
Hakkı Baba’nın iki oğlundan küçük olanı üniversiteden, büyük oğlunu mahalleden tanıyordum. Ben politik olarak ikisine de uzaktım. Zaman zaman karşı karşıya geldiğimiz de olurdu. Bu bilgiyi babasıyla paylaşmadım. Paylaşsaydım o galiz küfürlerle muhatap olmam an meselesiydi.
“Ağzına s…….ın bebeleri. Bir birleşemediniz! Kendi kendinizi yemekten bıkmadınız” diyecekti.

Sonraki günlerde, haftalarda, aylarda ve yıllarda Halit Baba’yla ikimiz baba-kız gibi olmuştuk. Ancak kendisini her gördüğümde biraz da morali bozuk ve bedeni çöküktü. Küfürlerini kanıksamıştım ve artık eskisi kadar hayretler içinde kalmıyordum.
Tam iki yıl boyunca her görüş gününe ve mahkemedeki duruşmalara beraber gidiyorduk. Büyük oğlu 2 yıldan fazla yatmadı. Küçük oğlunun ise çıkma umudu bile kalmamıştı. Babasının bu durumu içine sindirmesi olanaksızdı. “Ağzına s…….. ” diyerek ağzı açılmadık yeni yeni küfürlerine tanık oluyordum.
Küçük oğlunun duruşma salonuna biz alınmamıştık. Adliyenin bahçesine dahi yaklaşamıyorduk. Anlayamadığımız bir şeyler olmaktaydı. Herkesin dilinde “Büyük Dava” söylemi vardı. Saatler sonra dava avukatlarından birileri çıkarak hepimize topluca bilgi verecekti.
Dava avukatlarından birinin bizim gruba gelerek yaptığı açıklamayla dava duruşmasının ileri bir tarihe atıldığını duyan Halit Baba olduğu yerde yığılıp kalmıştı. Hep birlikte yerinden kaldırarak hastaneye yetiştirebildik ama ilk müdahaleden sonra doktoru bize umutlu sözler etmedi. Halit Baba’mın diyabet hastalığına kalp de eklenmişti. Ayrıca düşmesinden kaynaklı sol kol kemiğinde çatlak ve kırıklar oluşmuştu. Hem hastanede hem de evinde aylarca yatakta yatmasına üzülmedi de oğlunun duruşmasına gidemediğine çok üzüldü.
Mutsuz ve umutsuz geçen yıllar sonra sabaha karşı erken saatlerde gecekondunun kapısı çalındı. Küçük oğlu evinin kapısındaydı ve o saatlerde taksiyle gelmek zorunda kaldığı için Huriye Anne’den para istiyordu.
Annesi elini koynuna atarak (parasını hep orada saklardı) küçük bir bez torba çıkarttı ve hepsini oğlunun avucuna bıraktı. Oğlu paranın içinden (yanılıyor olabilirim ama sanırım o yılların büyük parasıydı) 20 Lira alarak taksi sürücüsüne ödemeyi yaparak gönderdi.
Halit Baba yatağında doğrulunca bu beklenmedik konuğun oğlu olduğunu anlayınca sevinsin mi yoksa üzülsün mü bilemedi. Geç gelen mutluluk böyle miydi? Neden doya doya sevincini yaşayamıyordu?
Sonraki günlerde yaşam pahalılığı tüm ağırlığını hissettirince morali tümden altüst olmuştu. İki çocuğu da dışarıdaydı ama ikisi de işsizler ordusunun sıra neferi olmuşlardı. Bir tek iyi haber vardı ki o da oğullarının küslüğünün sona ermiş olmasıydı. 1980 darbesi iki kardeşi barıştırmıştı.
Önce küçük oğlu, teyze kızıyla evlendi ve evden taşındı. Sonra da büyük oğlu. Derken hasta olduğunu dilinden düşürmeyen Huriye Ana’yla ikisi kalmıştı. Büyük oğlunun bebeği doğunca torununa bakmak amacıyla eşi de evden gitti. Huriye Anne, yaşam boyu hayalini kurduğu ve bir türlü gerçekleştiremediği kaloriferli evde yaşayacak ve bir daha gecekonduya geri dönmeyecekti. Karın ağrıları kanser hastalığının habercisiymiş. Ne yazık ki hastalığına kimse inanmamıştı. Tanı konduğunda kanser illetinin dördüncü evresindeydi. Oğullarının acısı kadar çok mu acı çekti bilinmez (acısını ve ağrısını söylemezdi) ama oğlunun evinde yaşamını noktalamış oldu.
Halit Baba kendisine hiç yakıştıramadığı bastonuyla kimse görmesin diye dışarıya çıkmadan evin içinde dolaşıyordu. Artık bu evde yaşayamayacağını anlamıştı. Köye dönmek, öğrencilerini bulmak istiyordu. Ne yazık ki bu da olanaksızdı. Ağabeyi kendisinden aldığı vekâletnameyle köydeki tüm mülklerini satarak başka bir kente göçmüştü. Artık başka gidecek yeri de kalmamıştı.
İki oğlundan başka bir de kızı vardı. Kızı evliydi ve damadının Ankara dışında bir köyde küçük çapta bir bahçesi vardı. Sonrasında küçük bir ev inşa edince çevreye göz kulak olsun diye Halit Baba’yı, deyimi yerindeyse aceleyle paketleyerek o eve taşıdıktan sonra gecekonduyu kentsel dönüşüm projesine kurban ettiler.

Halit Baba köyde iyice yalnız kalmıştı. Çocukları, gelinleri yanına gelmiyorlardı. Ben ve yakınlarda oturan bir kadın arkadaşımla her hafta onu ziyaret etmeye başladık. Köyün girişindeki mahalle bakkalından alışveriş yapmadan önce kendisini arayarak evdeki eksikleri soruyorduk. Baba bizden tek bir şey istiyordu. “Üçümüze 50’lik yetmez 70’lik rakı alın. Bir de 2 paket sigara ile 2 adet beşlik su…” Köyün suyu içilmiyordu ve biz marketten taşımak zorundaydık.
Ellerimizde poşetlerle marketten çıkınca sadece tek bir aracın geçebileceği ve karşıdan araç görününce iyice sağa yanaşarak yol vereceğimiz toprak yola giriyor, tepede biraz kartal yuvasına biraz da Ortaçağ şatolarına benzeyen Kürt Murtaza’nın malikhanesini görünce sağa saparak ve Halit Babamızın evine geliyorduk.
Bahçe çitinin yanına aracı park ederek indiğimizde uyuyorsa motor sesini duymaz diye seslendik. İçeriden sesi geldi. “Kapı açık çocuklar beklemeden gelin!” Bizim büyük kentlerde alışık olmadığımız bir durumdu. Kendisi içerde olsun veya olmasın o kapı gece ve gündüz hiç kilitlenmezdi. Bölük börçük taşlarla döşenmiş ince ve uzun yoldan geçerek kapıya vardığımızda elinde bastonla karşımızda duruyor olurdu. El öptürme alışkanlığı yoktu. Elini öptürmez bizi olanca gücüyle kucaklayıp içeriye girmemiz için yol verirdi. Bizi gördüğünde çocuklar gibi sevinir, bizim geleceğimiz günleri iple çektiğini söylerdi.
O gün de sevinçle kucaklaştıktan sonra koluna girerek loş salona doğru yürüyerek her zaman uyuduğu kanepeye oturttuk. Uzanmak istemeyince sırtına birkaç adet yastık koyarak oturmasını sağladık.
Salonun ortasında demir döküm soba olan geniş bir salon ve salona açılan üç adet ahşap kapı bulunmaktaydı. Birisi mutfağa diğerleri de yatak odası ve banyoya açılıyordu. Halit Baba yatağında değil, yaz kış sobası hiç sönmeyen bu salonda uyumayı seviyordu. Sobanın üstünde 24 saat boyunca çay kaynardı.
Biz iki kadın birimiz evi temizlerken diğerimiz yemek pişirmeye girişirdik. En güzel olayımız yemeği sobada odun ateşiyle pişirmek olurdu. Ancak rakı mezesi yapacağımız etleri Halit Baba yiyebilsin diye iyice küçülterek kurabiye kıvamında pişirmemiz gerekiyordu. Arkadaşım bana göz kırparak “bu etler epey sert, sanırım hayvan yaşlıymış. Azıcık karbonat katsam mı?” diye sorduğunda kulakları ağır işiten Halit Baba bizim konuşmamızı duymuş ve “hile yapmayın kızlar. Karbonata gerek yok. Çiğneyemesen de dilimle biraz döndürür ve yutarım. Yaşamımda hiçbir konuda hile/hurda sevmedim” dediğinde üçümüz birden gülmüştük.
Yemekler pişmiş sobanın yanındaki masayı donatmıştık. Ayrıca ara sıcak olarak çay içeriz diye demliği boşaltarak yeniden çay demlediğimizde her şey hazırdı.
Halit Baba ilk kadehini kaldırdığında bana bakarak “nesine” diye sorduğunda ben de “Baba sağlığınıza kadeh kaldırıyorum” demiştim. Yine o bilindik küfür bastı. “Geç gelen sağlığında bu yaşamın da ağzına s….”

Kadın arkadaşım müzik eğitimi almış biriydi. İlerleyen saatlerde şarkı söyler, Halit Baba’yla ben eşlik ederdik. Zamanın nasıl geçtiğini hiç anlayamazdık. Güneş karşı tepeden ağır ağır yok olup akşam karanlığı çökerken biz de gitme zamanımızın geldiğini anlardık. Evi eski haline getirmek için toparlayarak işimizi bitirdikten sonra yola koyulacaktık.
Evden de meze götürdüğümüzden çokça yemek olurdu. Buzdolabını doldurduğumuzda bize seslendi. “Çocuklar bu yemek güzel olmuş. Bir tabak ayırır mısınız? Akşama küçük oğlum gelecek. Şahin bu yahniyi çok sever.”
Küçük oğlunun eşi kızını da alarak evini terk edince, yabancı bir evde rahat edemezler düşüncesiyle onları geri çağırarak kendisi evi terk etmiş babasının yanına yerleşmişti. Oğlu Mamak sonrası düştüğü boşluk sonucunda aşırı alkol ve kumar alışkanlığı geliştirmişti. Eşi, Şahin’in borçları nedeniyle sayısız icra gelince dayanamamış ve anlaşmalı boşanma yolunu seçmişti.
Yıkılacak yer arayan Şahin babasına “ya beni evine alırsın ya da sokakta ölürüm. Bu evden gitmemi istersen gecekonduyu yıktırır oraya 2 katlı villa yaptırır ve beni oturtursun! Ağabeyime ve ablama pay vermeyelim.” demiş.
Bu görüşmemizden 2 gün sonra telefonum acı acı çaldı. Kötü bir şeylerin olduğunu hissetmiştim. Halit babamın numarasıydı fakat beni arayan bir kadındı.
“Ben Berivan Hemşire… Sizi babanızın telefonundan arıyorum. Halit Demir Hoca mide kanaması geçirdi. K…. Devlet Hastanemizin Yoğun Bakım Ünitesinde bulunuyor. Lütfen gelir misiniz?” dedi.
Arkadaşıma haber vererek kendisini de evinin kapısından alacağımı söyledim ve hazırlanarak evden çıktım. Hastaneye vardığımızda bize zorluk çıkartmaksızın içeriye aldılar. Yoğun Bakım Ünitesinin kocaman penceresinden içerisi görünmekteydi. Halit Baba makineye bağlı yaşam savaşı veriyordu. Yüz hatları kasılmış değişik bir ifade yer almıştı.
Bizden sonra çocukları ve torunları geldiler. Çocuklarının yüzlerinde mahcup bir ifade vardı. Sanırım bizden rahatsız olmuşlardı. Nöbet tutacaklarını söyleyince biz de kan bağı mı yoksa can bağı mı hesabı yapmadan ister istemez hastaneden çıkmak zorunda kaldık.
Son Mohikanımız Halit Baba tam 5 gün boyunca yaşama direndi. Bir ara büyük oğlu yanına girdiğinde göz kapaklarını hafifçe aralayarak “benim kızlar sana emanet. Onlara her koşulda sahip çık oğlum” diyince, oğlu “baba senin tek kızın var. Kızların yok ki” demiş. O da sol eliyle zafer işareti verir gibi iki parmağını göstermiş.
Halit Baba vasiyetini çok önceden oluşturmuş ve hatta en son yaşadığı köy mezarlığında yer satın almıştı. Tören istemiyordu. Kimsenin işlerini bırakarak gelmesini istemezdi. Küçük bir grup vasiyetini yerine getirdi.
Böylece, Celavuz Köy Enstitüsü bir evladını daha toprağa vermiş oldu.
Züleyha Akın