Roman, bellek/ hafıza kavramının etrafında gittikçe genişleyen ve boyutlanan bir izleğe sahip. Öyle ki daha ilk satırlarda bir sanat etkinliğinin adı ‘’Hatırlayamadıklarımız’’ olan bir sergi açılışının saldırıyla sonuçlanması, okuru bir anda toplumsal hafızamızın karanlıklarına çekiyor. Yakın dönemde Feshane’nin ilk sergisi ‘’Ortadan Başlamak,’’ geçmişe doğru Sivas Madımak Oteli (1993) ve siyasi nedenlerle engellenen, saldırıya uğrayan geçmişten günümüze tiyatro oyunları, yakılan tiyatro mekânları, yasaklanan romanlar, şiirler, sanatçılar derken, coğrafyamızdaki gerici güçlerin sanatla ilişkisi belleğimizi hemen harekete geçiriyor. Ancak kurgunun parçalı akışı, şiddetin gölgesini fazlasıyla duyumsadığımız toplumsal hafızamızdan hızla bireysel olana, oradan toplumun temel taşı aile kurumuna ve sistemi işleten en küçük dişliye kadar hızla yol alan ve bizi farklı patikalarda romanın karakterleriyle karşılaştıran çok özel bir biçime sahip. Böylece bellek/ hafıza izleğinin hatırlama/ hatırlayamama noktasında anlatının içine davet ediliyoruz. Sanata yöneltilen saldırılar sözde ‘’kutsal’’larımıza sahip çıkmak, onlara yönelik tehditleri engellemek bahanesiyle din adına, milliyetçilik adına, devleti korumak adına yapıldı, yapılmakta. Ancak bunlara karşı bir şekilde arguman geliştirmek, politik olarak karşı durmak ya da farklı alternatifler üretebilmek,değişim için örgütlenmek ve savaşabilmek mümkün ama tüm sistemin öyle bir kurumu var ki dokunulmazlığı, kutsallığı asla tartışılamıyor. Bu da toplumu oluşturan en küçük ama en sarsılmaz ve eleştirilemez olan aile kurumu. Romanda bu kurumun babaları ve amcaları sistemin en saygın alanlarını temsil eden mesleklere sahip iki aile reisi: Eğitimli, donanımlı sadece ailenin değil tüm toplumun saygı duyduğu iki erkek. Bu bağlamda şiddet, taciz ve ensestin her türlü boyutunun özellikle bu ailelerde gösterilmesi, durumun münferit ya da sapıklık değil sistematik olarak cinsiyetçi, erkek egemen düzenin bir sonucu olduğuna işaret ediyor. Roman zaten başından sonuna dek bu stratejiyle ve bu sosyolojik gerçeğin izinde kaleme alınmış.
Her şey aslında çocukken tam bir mağdur olan Suzan’ın aileyi ( amcasını ve sessiz kalan herkesi ) ifşasıyla ve gerçeği ortaya çıkarmak istemesiyle başlıyor. Onun etrafında gelişen, boyutlanan ve dönüşen bu anlatıda Suzan’ın varlığı romanın şimdiki zamanında bir karakter olarak yok. Sadece bıraktığı bir mektupla tanıyoruz onu. Romanda, teknik olarak Suzan’ı hem mağdur hem de güçlü yapan bir kurgu var ki feminist mücadele kadınların sistematik olarak yaşadığı zulüm ve mağduriyetin yanı sıra, geçmişte güçlü oldukları, karar aldıkları, ‘’hadlerini aşan’’, kendi kaderlerini eline alabilen güçlü özneler olarak sadece ezilmediklerini de gösteriyor. Suzan’ın ölümünden sonra mücadeleyi devam ettiren kuzeni Selen ve bu yolda bambaşka bir farkındalık yaratmaya çalışan diğer karakterlerin hem kendileriyle hem de birbirleriyle yüzleşmesi ve ilişkisi ortak bir üretim sürecince birleşiyor. Bu bağlamda romanın biçimi, karakterlerin kullandıkları farklı diller ve farklı teknikler( bölümler) bütüne yavaş yavaş ulaştığımız noktada, sadece resmin tamamını gördüğümüz değil, alternatifin nasıl üretileceğine ilişkin öneriler ve ipuçları da sunuyor. Özellikle ‘’erkeklik hapishanesi’’ bölümünün eklenmesi kadın meselesinin boyutlarını sadece patriarkanın ve kurumlarının yıkılmasıyla değil onun yerine inşa edilecek olanı ve bunun yöntemlerini de aynı anda üretmek durumunda olan feminist mücadele ile bağlantılı görünüyor.
Son olarak, bir yandan binlerce yıllık bir sistemin en temel kurumunun roman özelinde çözülüşü ve parçalanışı ancak bu parçalardan aile fertleri ve onlarla bağlantılı roman karakterlerinin nasıl bambaşka bir ilişki ve dayanışma modeli/ belki yeniden alternatif bir ‘’aile’’ yaratması; diğer yandan karakterlerin sergi, kitap, blog, atölye, belgesel vb. sanat odaklı farklı üretimlerle bir direniş alanı oluşturarak bir artı değer üretip paylaşma ve farkındalık yaratma çabaları etkileyici. Bu bağlamda Susan’ın başlattığı ve diğer karakterlerin farklı yollarla devam ettirdiği ‘aile nin çözülüşü süreci, parçalı roman kurgusu bütünlendiğinde, Japonların Kintsugi sanatını anımsatıyor. Kırılan, parçalanan seramiklerin estetik bir tasarımla altın kullanılarak yeniden birleştirilmesi ve daha değerli ve farklı bir objeye dönüştürülmesi burada roman kurgusu aracılığıyla yeniden oluşturulmuş. Roman yapıcı, estetik bütünlüğü olan bambaşka bir bakış açısı sunması nedeniyle bu sanata benzetilebilir. Tabii parçalanan, ezilen, acı çeken ruhların da bir şekilde tamiri, tedavisi ve birbirini sarmalaması yine metaforik olarak ‘’tamir atölyesi’’, ‘’onarım tiyatrosu’’ vb. bölümleriyle kintsugi sanatına bir selam niteliğinde. Bu kısa girişten sonra yazar Zehra İpşiroğlu’na bazı sorular sorarak romanı daha yakından tanıtmaya çalışacağız.
- Öncelikle yukarıda söz edilen bellek/ hafıza kavramları çerçevesinde neler söylemek istersiniz?
Geçmişi düşündüğümüzde aklımızda kalanlar genellikle güzel anlardır, tıpkı foto albümümüze yapıştırdığımız en güzel fotolara bakar gibi hatırlarız geçmişi. Kötü anları ya unutmuşuzdur ya da unutmak isteriz. Bu aslında doğal bir şey, belki de yaşama sarılmanın bir yolu. Çünkü geçmişte yaşanan kötülükler, acılar bugünü yaşamamızı engelleyebilir. Ama şu da var geçmişte yaşananları ne kadar bilinçaltının derinlerine gömersek öylesine kolaylıkla yalan bir dünyanın içinde bulabiliriz kendimizi. Yalan da yaşanan bütün adaletsizlikleri yeniden yapılandırma gizil gücüne sahip. Böylece adaletsizlikler sürüp gider. Biliyorsunuz dünya edebiyatında bu konuyu el alan çok yapıt var. Romanımın başkişilerinden Suzan çocukken tacizi yaşamış; yaşadığı travmalardan kurtulmak için hatırlamaya çalışıyor. Hatırlamayı başarırsa kendi sesini bulabilecek. Bu çok zor bir süreç. Çünkü büyük mücadeleler sonucu çok ünlü bir ailenin, tanınmış bir politikacı ve şairin kurguladığı yalan dünyanın paramparça olmasına yol açıyor. Ancak Suzan’ın bu süreçte başına gelmedik kalmıyor, çok uzun ve engebeli bir yolda tek başına yürüyor. Öte yandan Suzan hatırladığı anda hatırlatmaya çalışıyor, böylece ilk kez sesini duyurarak gerçekleri açığa çıkartıyor.
Roman, bellek, hatırlamak, unutmak motiflerini çok farklı biçimlerde ele alınırken belki de okuyucuyu da kendisiyle hesaplaşmaya götürecektir. En azından öyle olmasını isterdim. Çünkü hatırlama engelli bir toplumun insanlarıyız. İşimize gelmeyeni, hoşumuza gitmeyeni çok çabuk unutuyor ya da süslü sözcüklerle güzelleştiriyoruz. Kolektif belleğimiz de aynı şekilde işliyor. Hatırlama kültürümüzün olmaması bunu göstermiyor mu? Almanların kendi geçmişleriyle nasıl hesaplaştıklarını düşünelim, bizde böyle bir hesaplaşma var mı? Bugün bir çok ülke kendi geçmişiyle yüzleşmekten kaçınmıyor, bunun sonucu olarak tıpkı arkeolojik kazılarda olduğu gibi geçmişin parçaları toplanıyor, birbirine yapıştırılarak yeniden kurgulanıyor.
- Aile, bazı çocuklar için cennet bazıları içinse tam bir cehennem. Bu bağlamda Suzan cehennemi hatırlamayı mı seçiyor? Mağduriyetinin yanında onu güçlü yapan hangi motivasyon?
Baskılara, yani saldırı, ceza ve sansüre karşı gelmek, direnmek zor da olsa mümkün. Otoriter sistemlerde baskılar ne kadar yoğunsa tepkiler de öylesine yoğun oluyor çoğunlukla. Ama bir de bilinçaltının derinlerine inerek insanı içten içe ele geçiren etkenler var. Bunun en güzel örneğini de bizleri hem kollayan hem de yaşam alanımızı daraltan ailenin üzerimizdeki etkilerinde görüyoruz. Ailemize ne kadar bağlıysak, duygularımız ne kadar yoğunsa mesafe almamız da o kadar zorlaşıyor, dahası imkânsız bir hale geliyor. Ama ailede şiddet ya da tecavüz gibi korkunç bir şey yaşanmışsa durum değişebilir. En dibe vurduğumuz anda karşı çıkmak cesaretini buluruz ya, onun gibi bir şey bu. İşte Suzan da böyle bir şey yaşıyor. Bu tabii ki hemen olmuyor. Çocukken eli kolu bağlı, anne ve babasına sesini duyurmaya çalışıyor ama kör ve sağırlarla karşılaşınca bir şey yapamıyor. Çocuk savunmasızdır, bu nedenle de çocuğa taciz insanlık suçudur. Suzan’ın da direnme gücünü bulabilmesi için çocukluktan çıkması, kendi kişiliğini bulması, kısaca aradan uzun yılların geçmesi gerekiyor. Sonuçta Suzan çocukluğunun çalınmış olmasını öylesine büyük bir adaletsizlik olarak yaşıyor ki travmalarını aşmak gücünü kendinde bulabiliyor. Aslında Suzan cehennemi hatırlamayı seçmiyor, çünkü cehennem onun içinde hep var. Cehennemden ancak ve ancak ailesine karşı savaşarak kurtulabileceğinin bilincine varıyor, sanırım bu kadar güçlü bir aileye karşı savaşma gücü bulmasının nedeni de bu.
Mücadele gücünü bulmak güçlü olmayı koşuluyor. Böyle baktığımızda Suzan kurban değil bence, tam tersine çok güçlü bir karakter. Yaşadıkları, çocukluğuna yani savunmasız ve çaresiz olduğu bir döneme ait. Ama sorunların sürekli olarak ört bas edildiği ataerkil ve cinsiyetçi bir toplumda bireysel mücadele yeterli olmayabiliyor.
- Burada Suzan’ın kuzeni Selen devreye giriyor ve ondan sonra bayrağı devralarak mücadeleye devam ediyor. Bir yandan kadın dayanışması diğer yandan kuzenine inanmadığı bir dönemin vicdan azabı mı Selen’i güçlü kılan motivasyon?
Bence romanın diğer başkarakteri Selen. Çünkü büyük bir iç hesaplaşma sonucu inanılmaz bir dönüşüm geçiriyor. Ben Selen’i bir örnek model olarak düşündüm. İnsanın kendi ailesine karşı çıkması, çok sevdiği babasını hapse kadar götürmeyi göze alması kolay iş mi? Costa Gavras’ın Music Box diye bir filmi vardır, babasını savunan avukat kadın babasının eski bir Nazi olduğunu fark ettiği anda büyük bir dönüşüm geçirir, bu film beni çok etkilemişti. Tuhaf bir şey ama ben okuyucunun nedense kendini en çok Selen’e yakın duyacağını sanıyorum. Sonuçta şiddete göz yumanların sayısı, şiddeti ya da tacizi yaşayanlara göre çok daha fazla öyle değil mi? Bu açıdan Selen karakterinde birçok kimsenin kendini bulabileceğini düşünüyorum.
- Gelelim ‘’’erkeklik hapishanesi’’ bölümüne. Cinsiyetçi ve erkek egemen bakış açısını ve tanımlanan erkeklik algısını değiştirebilecek bir yüzleşmenin söz konusu olduğu bu bölüm belki de romanın kendi içinde geliştirdiği bir alternatif. Bu konuda yukarıda söz ettiğim biçimsel yöntemin içeriğe nasıl hizmet ettiğiyle ilgili neler söylerdiniz?
Romandaki yaşlı kuşak erkek karakterler baba, amca, dede ataerkilliğin ürettiği davranış biçimlerini had safhada sergiliyorlar. Hem kendilerine hem de başkalarına dünyayı zindan eden ne kadar sorunlu bir yaşamın içinde olduklarının farkında bile değiller. Dünya öylesine onların merkezlerinde dönüyor ki buna karşı çıkan herkesi düşman biliyorlar. Genç kuşak, baba baskısı altında çok ezildiği için tepki gösteriyor. Selim tıpkı kardeşi Selen gibi ailesinin yarattığı travmalarla boğuşuyor, kendisine rol modeli olarak aldığı babasının onda yarattığı hayal kırıklığı öylesine yoğun ki. Farklı toplumsal katmanlardan gelen tarihçi Derin ile tiyatrocu Yunus’un yaşadıkları da onları farklı arayışlara götürüyor. Derin babasının annesine yaşattıklarını, bencilliğini ve umarsızlığını büyük bir adaletsizlik olarak görüyor, Yunus ise içine doğduğu şiddet dünyasından uzaklaşmak için büyük bir çaba gösteriyor. Üçünün yollarının kesiştiği noktada ataerkilliğin dayattığı erkeklik anlayışından ayrılan yeni bir erkeklik anlayışı olabilir mi sorusu gündeme geliyor. Ve bu soru onları yepyeni arayışlara götürüyor. Böylece farklı yaşam deneyimlerini ve biçimlerini bir araya getiren parçalar tıpkı bir yapboz oyunu gibi bütünleşiyor. Gençlerin yeni bir erkeklik arayışında olmaları kendi öyküleriyle, yani kendi geçmişleriyle ilgili. Sonuçta onlar da kendilerini mağdur hissettikleri için bu kısır döngüden çıkış arıyorlar. Yerleşik bir söyleme göre ataerkillikten kazançlı çıkan erkeklerdir, ama bu aslında sadece ataerkilliğin ürettiği klişe bir söylemdir. Romanımın erkek karakterlerinin öyküleri ve yaşam deneyimleri bunun hiç de doğru olmadığını gösteriyor. Kadın erkek eşitliğine ve barışçıl ve hümanist bir dünyaya inanan her erkek de böyle düşünecektir. Yeni bir erkeklik arayışı onları Erkeklik Hapishanesi adlı bir blok açmaya yöneltiyor. Bu blokta kendi öykülerini yayınlayıp tartışmaya açtıkları gibi başkalarının öykülerini de topluyorlar. Bloktaki tartışmalar yaşadığımız toplumda insanları yönlendiren ideolojilere de ışık tutuyor. Hiçbir şeyin değişmesini istemeyen bir duruştan, bireyin haklarını koruma adına çok şeyin değişmesini savunan bir adalet anlayışına, gelenekler ve din odaklı bir yaşam biçiminden, kadın erkek eşitliğine sahip çıkmaya kadar farklı dünya görüşleri birbiriyle çarpışıyor bu blokta. Gerçek yaşamda olduğu gibi blokta da bazen konuşmalarda bir akış yakalanıyor, bazen de büyük tıkanmalar yaşanıyor. Romanda hem romanın temelini oluşturan çerçeve öykü Hatırlayamadıklarımız sergisi ve bu serginin içeriği hem de Erkeklik Hapishanesi bloku anlatılanları meta düzlemine taşıyor.
5.Sanat tarihçisi Griselda Pollock’a göre ‘’feminizm bir travmadır’’. Çünkü tüm anlamın inşa edildiği sembolik ve hayali düzene başkaldırır, bir anlamda bu yapıyı sökmeye, kırmaya çalışır. Romanda, yukarıda söz ettiğim Japonların Kinstugi sanatını anımsatan ‘’tamir atölyesi’ ve‘’onarım tiyatrosu’’ bölümleriyle ilgili neler söylemek isterdiniz?
Ben sanatın insanlara dokunduğu oranda dönüştürücü bir yanı olduğuna yürekten inanıyorum. Romanda unutmak ve hatırlamak izleğini farklı açılardan ele alan Hatırlayamadıklarımız sergisi başta olmak üzere Tamir Atölyesi ve Onarım Tiyatrosu da buna somut örnek veriyor. Kadınların birbirlerine yaşamlarını anlatarak travmalarını aşmaya çalıştıkları Tamir Atölyesi ya da doğaçlama çalışmalarıyla kendilerini bulmaya çalıştıkları Onarım Tiyatrosu sanırım gerçekten Kinstugiyi andırıyor. Kadınlar parçaları bir araya getirerek kendilerini yeniden yaratıyorlar. Selen’in hem şiddet görmüş kadınlarla çalışmaları hem de kendi yaşadıklarını kaleme alması, Hatırlayamadıklarımız sergisi boyunca yapılan okumalar ve annesinin hazırladığı belgesel uzun bir arayışın parçaları. Romanda sergiyle ilgili olan geri dönüşler sanatın, özellikle de belgesel sanatın nasıl bir gizil gücü barındırdığını gösteriyor. Romanımın da okuyucu üstünde aynı etkiyi bırakmasını doğrusu çok isterdim.
- Roman,Susan’ın, köşkün çalışanlarının kızı Sultan’ın ve bir çok kadının parçalanmış, tacize, tecavüze uğramış, yok edilmeye çalışılmış bedenlerini ve kimliklerini bir şekilde değerli bir şeyle, sanatla onarmaya çalışan, umuda yönelik alternatif öneriler sunan, güçlendiren ve farkındalık yaratma yolunda bazı çabaları görünür kılıyor. Bu bağlamda montaj tekniği de son derece anlamlı. Farklı parçaları birbirine bağlayarak, birleştirerek ilerlerken bir çeşit yapıştırma yöntemiyle yeni ve anlamlı bir bütüne ulaşma, eril anlatıya alternatif bir dil oluşturma işlevi hissediliyor. Tabii içeriğin doğal olarak getirdiği bir biçim bu. Bu biçimi kurgulama sürecinizle ilgili bir şeyler söylemek ister miydiniz?
Parçaların yapıştırılmasıyla kırılmış olan tıpkı eskisi gibi yeniden onarılmıyor. Parçalar öyle bir şekilde bir araya getiriliyor ki yepyeni bir şey çıkıyor ortaya. Umut verici olan da bu, çünkü eski olanı olduğu gibi zorla tutmaya çalışırsanız, yaşam akışına direnemezsiniz, mutlaka bir yerinden yeniden kopar, kırılır. Muhafazakâr yaşam biçiminin sürememesinin nedeni de bence bu. Öyle olunca da zorlamalar başlıyor; insanları saran kısıtlayıcı kurallar, baskılar, yasaklar; bütün bunlar acı veriyor ama yine de pek bir işe yaramıyor. Çünkü yaşamı dondurarak konserve edemezsiniz. Bu yaşamın akışına aykırı bir şey.
Romanın öykü içinde öyküye dayanan kurgusuna ve parçalı anlatımına gelince aynen söylediğiniz gibi oldu, şöyle yazayım diye düşünmedim, içeriğin dayattığı bir kurgulama kendiliğinden çıktı. Umarım romandaki çerçeve öyküyle birlikte oluşan öykü içinde öyküler ve sinemadan alışık olduğumuz montaj tekniği ve zaman ve mekân sıçramaları okuyucuyu aşırı yormaz. Ama başı sonu, doruk noktası olan düz ve yalın bir anlatım böyle bir konuya hiç uymazdı. Bir yerde içeriğin kendi biçimini bulması gerekiyor ki bunun bu romanda gerçekleştiğini düşünüyorum.
- Romanda umudun somut olarak çizildiği Gülsüm karakteri bir yandan geleceği de temsil ediyor. Gülsüm, mağduriyeti Suzan’dan daha ağır biçimde yaşayan ve en ağır bedeli ödeyen Sultan’ın kızı. Hem sınıfsal olarak hem de eril şiddeti en uç noktada yaşayan Sultan’ın tecavüz sonucu doğan kızına yüklediğiniz umutla ilgili neler söylerdiniz?
Sultan mağduriyeti en ağır şekilde yaşayan karakter. Çünkü ona en küçük bir yaşam hakkı bile tanınmıyor. Yaşadıkları kelimenin tam anlamıyla tüyler ürpertici. Onu bu karanlığa iten, çocuğun da kadının da hiçe sayıldığı bir zihniyet. Kadının bir koyun kadar bile değeri yok. Gerçi Gülsüm de tam bir şiddet çemberinin içinde büyüyor ama diğer yandan annesi Sultan’dan da büyük sevgi görüyor. Küçük yaşta gözlemlediği adaletsizlikler onu adalet anlayışına götürüyor. Bu nedenle hukuk okuyor ve kadın haklarına sahip çıkıyor. Ben 2011 yılında Doğu Anadolu’daki araştırma gezimde birçok Gülsüm’le tanıştım. Bu da bana karanlığın içinde bir ışık gibi geldi. Aydınlanan Yollar adlı kitabımda Gülsümlerin öykülerini anlatıyorum. Evet Gülsüm karanlığın içinde aydınlığı simgeliyor ve umudu…