Her şey Haziran gelince devamlı beynimde dönüp duran o dizelerle başladı. “Haziran’da ölmek zor”. Sık sık haziran ayının edebiyat dünyası için tam bir hüzün ayı olduğunu düşünür ve hep de bir şeyler yazmak isterdim… Ancak gidenlerin bıraktıkları eserler ve her biri birer mesel olabilecek yaşam öyküleri öyle çok ki bu satırları yazmaya başlarken listeyi oldukça daraltmak zorunda kaldım. Yazıya alamadıklarım için üzülerek…
Yazı dünyasını yazmak da zor malum, sıradan liste yapsam onların ağırlığına, yapmasam bana yazık diye diye masanın başına oturmayı erteledikçe erteledim. Başlarken sadece ülkemiz yazarlarından söz etme niyetindeydim ama karşıma dünyadan öyle isimler çıktı ki yazı devamlı değişti ve aşağıda okuyacağınız hale geldi.
İyi okumalar…
Machiavelli (Niccolò di Bernardo dei Machiavelli, 1469-1527) çalkantılı bir çağda doğmuştu. On beşinci yüzyılda Fransa, İspanya ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kralları ve Papalar bölgeyi kontrol için açgözlü savaşlar yürütürken, İtalyan şehir devletleri ve onları yöneten aileler sürekli değişiyordu. Haber bile vermeden taraf değiştiren condottieri (paralı asker liderleri) ve birçok kısa ömürlü hükümetin yükselişi ve düşüşü ile siyasi-askeri ittifakların sürekli değiştiği bir dönemdi.
Günümüzde hala onun bir cumhuriyetçi mi monarşi yanlısı mı olduğu konusundaki tartışmalar yeni bakış açılarıyla sürerken Machiavelli hep sınıflanamaz olarak kalmaya devam ediyor. Bu tuhaf yalnızlığın içinde özgürlük düşüncesi, özgür irade ve özgür devlet tanımı üzerinde yüzyıllardır konuşulup hep aynı sonuca varılması da ilginçtir: “Görevlerimizi, sorumluluklarımızı haklarımızın önüne koymadıkça haklarımızın temellerinin sarsıldığını görmeyi ummalıyız.”
21 Haziran 1527’de mide rahatsızlığından öldüğünde henüz 58 yaşındaydı. Floransa’da Santa Croce Kilisesi’ndeki sonsuz uykusunda 21. yüzyılda hala onu tartıştığımızdan haberdar mı bilmem.
🖊️
Viktorya devrinin en önemli romancısı Charles Dickens (Charles John Huffam Dickens, 1812-1870), küçük yaşta sefaletle tanışmış ve kendini yetiştirmek zorunda kalmıştı. Kariyeri boyunca yazdığı on beş roman, beş novella, sayısız öykü ve makale ile günümüzde çağında olduğundan daha fazla tanınan Charles Dickens yaşadığı toplumu çok iyi gözlemleyen bir yazardı. Hem Karl Marx hem de Friedrich Engels, Charles Dickens’in eserleri hakkında; “… İçinde yaşanılan dönemi tüm pislikleriyle anlatan gerçekçi yazar” tanımını kullanırlar. Bunun nedeni Viktorya döneminde Sanayi Devrimi’nin getirdiği yoksullaşmayı, açlığı, sefaleti meyhaneleri, çocuk işçileri, yoksul ve kimsesiz çocukları fazla duygusal olmakla eleştirilse de onun kadar iyi anlatan bir başka yazar olmamasıdır.
Eşinden ayrılmış, bir kır konağında kendisinden 27 yaş küçük sevgilisi ile yaşayan Dickens, bir akşam bahçede çalıştıktan sonra eve girdi ve felç geçirdi. Bir gün sonra 9 Haziran 1870’te 58 yaşında öldü. Küçük bir kilisede sade bir cenaze töreni istemişti. Nedense bu uygulanmadı, önce Rochester Katedrali düşünüldü hatta mezarı bile kazıldı ancak gene uygulanmadı. Şimdi Londra’daki Westminster Kilisesi’nde mezarının karşısında, solunda ve sağındaki lisanı yaratmak ve yerleştirmek için çabalayan üç ölümsüz yazar, Chaucer, Shakespeare ve Dryden ile sonsuz uykusunda.
🖊️
Edward FitzGerald (1809-1883), miras nedeniyle soyadını değiştiren ailesini deli olarak niteliyordu. Kendisi de deliydi ama hiç olmazsa gerçeğin farkındaydı ona göre. Çiçekleri, müziği ve edebiyatı hep sevdi. Yakın ve Uzak Doğu kültürleri üzerine çalıştı. Biz değil ama dünya onu 1860’larda İngilizceye çevirdiği “Ömer Hayyam’ın Rubaileri” ile tanıyor.
Hakkında çok şey bilinmesine rağmen duygu dünyası karışık ve bilinmezlerle dolu bir adamdı FitzGerald. Kendi evinde sadece tereyağlı ekmek ve meyve ile yetinen, eti hep başkalarının evinde yiyen FitzGerald’ın ‘vejetaryen’ olduğu ileri sürülür.
FitzGerald‘ın kendisini hiç eşcinsel olarak tanımlayıp tanımlamadığı veya eşcinsel olduğunu kabul edip etmediği belli değil. Ancak onun da tuhaf bir yalnızlığı olduğu muhakkak. Bu mütevazı adamın kendine özgü kişiliği, 1890’larda İngiliz edebiyatı üzerinde yavaş yavaş geniş bir etki yaratmış. 14 Haziran 1883’te ölen Edward FitzGerald’ın mezarı da hayatı kadar sadedir.
🖊️
Franz Kafka (1883-1924), doğduğu şehirde -Prag’da- yaşadı aşklarını, burada mektuplar yazdı. Gregor Samsa’yı burada dönüştürdü, ‘Dava’daki yalnızlığı buradaydı. Eserlerinden çok azı o hayattayken yayınlandı, edebiyat dergilerindeki hikayeleri dikkate bile alınmadı. Orta sınıf Aşkenaz Yahudi bir ailede Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda dünyaya gelmişti. Hep çalışan, evde olmayan bir anne ve otoriter baba ile yalnız geçirdiği çocukluğun izlerini eserlerinde kolayca buluruz.
Para kazanmak için sevmese de çalıştığı İşçi Kaza Sigortası Enstitüsü’nde ilk sivil baretin geliştirilmesine katkıda bulunduğu, raporlarının dikkate alındığı iş yerinde zamanla yükseldiği halde işine yazma zamanını harcadığı için kızgın olduğu bilinir.
Çocuksu bir yakışıklılığı olan Kafka, kısa ömrüne sığdırdığı üç büyük aşktan sonra 3 Haziran 1924 tarihinde öldüğünde bize düşünce yangınları bıraktı. Prag ise onun yaşı kadar eksik kaldı.
🖊️
“Şair ne bir gerçek habercisi ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir.” diyordu Ahmet Haşim (1887-1933) ikinci ve son şiir kitabı ‘Piyale’nin önsözünde. Şiirin söyleniş şeklinin önemini hep vurgulayan Haşim’in şiirlerinde hep bir müzik var gibidir gerçekten de. Hayat ve kadınlar karşısında kendini hep yalnız hissettiğini de görürüz şiirlerinde.
Tasvir ve sıfatlarla dolu dünyası uzun zamandır çektiği kalp ve böbrek rahatsızlıkları nedeniyle 4 Haziran 1933’te son bulduysa da hala merdivenleri ağır ağır çıkmamız gerektiğini söyleyen dizeleri hayatımızda. Hatta en çok onlar hayatımızda…
🖊️
Sosyalist gerçekçi yazımın öncüsü Maksim Gorki (Alexei Maximovich Peshkov, 1868-1936), “Bu anlamsız, karanlık ve ölü dünya içinde yalnızlığımın bilinci, kül altında bir ateş gibi gıcırdıyordu.” diyordu hayatını yazdığı üç kitaptan biri olan ‘Çocukluğum’da. Onu anlatmaya çocukluğundan başlasam hayatı boyunca taşıyıp hiç belli etmediği yalnızlığını anlar mıyız emin değilim. Ama şunu söyleyebilirim, takma ad olarak kullandığı ‘Gorki’ Rusça’da “acı” anlamına gelir. Gene bu nedenledir, ülkesinin ve insanlarının yaşadığı zorlukları anlatması. Dostluklarına rağmen Lenin’in devrim hareketini zamanlama açısından erken bulduğu için fikir ayrılıkları yaşaması da bu nedenledir. O her zorluğu yaşayarak öğrenen müthiş bir gözlemciydi.
Oğlunun 1934 yılındaki şüpheli ölümünün ardından 14 Haziran 1936 tarihinde 68 yaşında, Moskova’da öldü. Zatürreden öldüğü söylense de zehirlendiği şüphesi hep var oldu. 1938’de Buharin Mahkemesi’nde NKVD (İçişleri Halk Komiserliği) ajanları tarafından öldürüldüğü itiraf edildi.
🖊️
“İki yaşımda iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa bir fasılayla hem kocasını hem çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım.” diye anlatır Peyami Safa (1899-1961). Bu acıya ek olarak 8-9 yaşında yakalandığı kemik veremi nedeniyle tüm çocukluğu ve gençliğinde fiziksel ve ruhsal bunalımlar yaşamış, bacağının kesilmesine razı gelmeyerek güçlü durmaya çalışmış. Bir de savaş yılları sıkıntıları eklenen hayatında eğitimi yarım kalmış ancak zor koşullarda öğretmenlik yaparken kendini de geliştirmiş.
Yazılarının bir kısmında Server Bedi takma adını da kullanan Peyami Safa neredeyse tüm eserlerinde yaşamından parçaları aktarmıştır. Nazım Hikmet’e ithaf ettiği otobiyografik romanı ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’; Doğu-Batı sorunsalını aktardığı ‘Mahşer’, ‘Şimşek’, ‘Fatih-Harbiye’ ve ‘Biz İnsanlar’ gerçekçi iken ‘Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ artık mistiktir. Ancak hepsi de psikolojik ve sosyolojik açıdan dikkat çekicidir.
🖊️
On üç yaşında yazdığı ilk şiir bir yangını anlatıyordu. Basılan ilk şiirini yazdığında ise on altı yaşındaydı. 1933 yılında şiirleri nedeniyle “gizli örgüt kurmak”, daha sonra ise “orduyu ve donanmayı isyana teşvik” suçundan tutuklandı, hakkında 28 yıl 4 ay hapis cezası verildi. Genel afla 1950 yılında tahliye oldu. Picasso, Paui Rubeson, Wanda Jakubuurska ve Pablo Neruda’yla birlikte Dünya Barış Konseyi tarafından “Uluslararası Barış Ödülü” aldı. Nazım Hikmet (1902-1963), 1951’de Türk vatandaşlığından çıkarıldı.
3 Haziran 1963 sabahı Nâzım kapıdaki mektupları almak için eğildiğinde kalp krizi geçirdi. Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği yıllardan beri kalbi zayıftı, 1952’de bir kalp krizi geçirmişti. Sessizce öldü. Vera, Nâzım’ın kimliğini almak için cüzdanını açtığı zaman kendi fotoğrafını ve arkasında da şairin yazdığı şu dizeleri gördü:
“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”
Sovyetler Birliği’nde Nazım Hikmet’in ölümünden sonra kurulan bir komite, büyük bir yük gemisine “Nazım Hikmet” adını verdi. İlk seferini 12 Ağustos 1965’te Odesa Limanı’ndan yapan geminin törenine, Nazım’ın karısı Vera, dünyanın birçok ülkesinden şairler ve yazarlar katıldı. Türkiye’den ise katılan tek yazar Aziz Nesin’di.
🖊️
İlk aşkıyla başlayan sosyal uyanışı İstanbul’a okumaya geldiğinde kahvelerde tanıştığı işçi arkadaşlarıyla sürdü. Hatta kitapları bile onlardan öğrendi. İstanbul’daki aşkı Adana’ya döndüğü için yarım kaldı ama çalışmaya başladığı Milli Mensucat Fabrikası’nda onu yeni bir aşk bekliyordu. Orhan Kemal’in (Mehmet Raşit Öğütçü, 1914-1970) hayatı sık sık işsizlikle geçiyordu. Niğde’de askerlik yaparken Nazım Hikmet ve Maksim Gorki’nin kitaplarını okuduğu gerekçesiyle tezkeresine 40 gün kala ihbar edilip 5 yıl hapis cezası alınca gönderildiği Çankırı Cezaevi’nde şiir yazmaya başladı.
Nakledildiği Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’le arkadaş oldu, birlikte Fransızca, ekonomi, politik, felsefe ve edebiyat çalıştılar. Nazım onu şiirden vazgeçirip düz yazıya yönlendirdi. Cezaevi sonrası hayatında sürgünden işsizliğe oradan gene cezaevine dolaştı durdu. Çok üretkendi ama hep geçim sıkıntısı çekti. Sonra bir gün yüreği bütün bunları ve belki de gizli aşkını kaldıramadı, tedavilerle başlayan bir dönem başladı.
Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine 1970 yılında gittiği Sofya’da geçirdiği beyin kanaması sonucu kaldırıldığı hastanede 2 Haziran’da yapayalnız öldü. Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nazım’ın ölümünden sonra oluşturmaya başladığı o yürek acıtan dizeleri bir başka dostu Orhan Kemal’in de gidişiyle ona adadı.
🖊️
Henry Miller (Henry Valentine Miller, 1891-1980), mevcut edebi biçimlerin dışında, karakter çalışması, sosyal eleştiri, felsefi düşünce, bilinç akışı, müstehcen dil, seks, sürrealist serbest çağrışım ve mistisizmi harmanlayan yeni bir tür yarı otobiyografik roman geliştirdi. Amerikan edebiyatının bu kilometre taşı için yazmak, onun ifadesiyle daha da derinlere dalmak anlamına geliyordu. Yarı otobiyografik romanı ‘Oğlak Dönencesi’ ile Beat kuşağına ilham olan Henry Miller, yazıları ile cinsel devrimin temellerini atmıştı.
Anlattığına göre çocukluğu mutlu değildi. Annesini, babasının izinden gitmesini ve terzi olmasını isteyen “katı, bağnaz bir kadın” olarak tanımlıyordu. Yazar olma hırsını hiç onaylamadılar.
Dolaşım bozukluğu nedeniyle 7 Haziran 1980’de öldüğünde 88 yaşındaydı. Bu süreye beş eş, sayısız sevgili, sıra dışı bir yaşam, çok sayıda kitap, senaryo, film ve sulu boya sığdırdı.
🖊️
Ahmet Muhip Dıranas (1909-1980), ‘hece şiiri’nin son kuşağındandır. Şiirleri kendi kuşağından Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Nurullah Ataç tarafından küçümsense de iki kuşak sonrası şairleri etkilemiştir. Onun şiirleri Batı şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın şiirlerdir ve bunlarda derin bir anlatımla aşk, doğa, ölüm ve anılar buluruz. Bazı şiirlerinde düşsel bir sevgili varsa da o, bütün şiirlerinin esinini eşinden aldığını söyler.
Onun için “Her şey uzaktadır” ölüm hariç… 27 Haziran 1980’de en yakınına kavuşur.
“Uzaktadır her şey, hep… yalnız ö’lü’m,
Her yerde, her an yakınımız, ö’lü’m.”
🖊️
Cumhuriyet döneminin öne çıkan yazarlarından olan Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984), romanlarını ve şiirlerini yazılarında ortaya koyduğu fikirlerin uygulama alanı olarak görmüştür. Onun idealize ettiği kadın hem aile hem de toplum için faydalı olan kadındır. Ancak Kurtuluş Savaşı’ndaki kahraman kadınlar ile savaşta dul kalan kadınlarla da karşılaşırız. Kendisi de bu kadınlardan biridir aslında.
10 Haziran 1984’te hayata gözlerini yumar.
🖊️
Şiirleri içselliği nedeniyle Rilke’ye benzetilen Cahit Zarifoğlu (Abdurrahman Cahit Zarifoğlu, 1940-1987), sadece şiir değil edebiyatın her alanında kuvvetli bir kaleme sahipti. Kendine özgü ve daha önce benzeri olmayan üslubu vardı. Lise yıllarında başlamıştı şiir sevdası, Necip Fazıl’ın öğrencilerindendi ama en çok Cemal Süreya’ya hayrandı.
Otostopla Avrupa’da uzun yolculuklara çıkmış, hem güreşe hem pilotluğa merak salmış. Hafif hafif gitar çalmışlığı da vardır. Henüz 47 yaşında pankreas kanseri nedeniyle bu hayattan ayrılan Zarifoğlu’nun “Yalnızlığıma zalimce bir hayranlık duyuyorum” dizesi üzerine ben hala kafa yoruyorum.
🖊️
Ailesi Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan Hatay’a göçmüştü. Cemil Meriç’in (Hüseyin Cemil Meriç, 1916-1987) yalnızlığı da böyle başladı. Hatay o sıralarda Fransız hakimiyetindeydi. Babasının hep çatık kaşlı, annesinin hep mızmız olduğu bir dünyada kendini yalnız ve yabancı görüyordu. Çocukken gözlüklerinden utanırdı. 1954 yılında tamamen kaybetti gözlerini, ölmeyi bile düşündü.
Eşi Fevziye Hanım, hayatını istediği gibi yaşaması için onu serbest bıraktığında Hatay’da kaldığı otelde tanıştığı Lamia Hanım bir süre tüm yazılarının ilhamı ve karakteri olur. Ona yazdığı
“Yıllar pencerelerimizden kuşlar gibi uçup gidecek, biz, ölüm dudaklarımızda son şarkımızı yarıda bıraktığı gün aynı ürperti, aynı susuzluk, aynı hayranlık içinde can vereceğiz.”
“Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kâinatım(sın).”
satırları gerçek olmadı. Hiç görmediği Lamia ile aşkları dokuz ay sürdü. Bu süre zarfında Cemil Meriç kör olduğu için sevgilisine hitap etmesinde kızı ona yardım ediyordu, eşi de bunu biliyordu. Bu yolla tam elli altı mektup yazdırdı Cemil Meriç, Lamia’nın yazdığı mektup sayısı ise 193… Belki içinde bulunduğu ruh halinden bir kurtuluştu Lamia, belki kısa da sürse en büyük aşkı… Kim bilir…
Cemil Meriç, hayata ve insana dair sayısız unutulmaz sözüyle aynı zamanda bir düşünürdü. 13 Haziran 1987‘de beyin kanaması geçirerek yaşama veda etti. Yalnızlığı bitmiştir umarım.
🖊️
Çocukken kısa süre mutlu olmasına rağmen hayatının geri kalanında acılar, yoksulluklar, işkenceler, sürgünler ve hapisler yaşadı Hasan İzzettin Dinamo (1909-1989). Babası savaşta öldüğü için Yetimhane’de büyüdü.
İlk dönem şiirlerinde Faruk Nafiz Çamlıbel sonrakilerde Nazım Hikmet etkisi gördüğümüz Dinamo, toplumcu çizgisinden hiç ödün vermedi. Halk için yazdı hep. 1940 kuşağında şair olmak zordu. Sürgün yıllarında yalnızdı, bunalımdaydı.
Başta Pülümür olmak üzere yaşadığı bu sürgünlük onun mutsuzluğunun kaynağıydı. Dostların vefasızlığı, parasızlık ve artan siyasi baskılar giderek yalnızlığını arttırdı. O da doğaya sığındı, onun için özgürlük buydu. O sürgündeyken karısı da terk edince yalnızlığı haykırışa dönüştü. Sonra çevresine baktı, kendi en büyük derdi olan yalnızlığı insanların yoksulluğu karşısında hafif kaldı.
20 Haziran 1989’da zorlu hayatına veda etti.
🖊️
Ahmet Arif’in (1923-1991) de şiirle tanışması Nazım Hikmet şiirleriyle olur ve tek şiir kitabıyla Türk şiirine damgasını vurur. İçten ve Anadolu ile harmanlanmış toplumcu şiirleri, içinde hep gizli bir sevda varmış hissi uyandırır. Vardır da zaten, gümbür gümbür duyurur sevdasını. Şiirlerindeki ritim söze dayandığından alabildiğine liriktir. Kullandığı imgeler, gelecek kuşak şairlere ilham oldu.
2 Haziran 1991’de kalbi yoruldu.
🖊️
Cahit Külebi (Mahmut Cahit Erencan, 1917-1997), Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin önemli şairlerinden biridir. Baba sülalesinin lakabı olan Gullebiler’den hareketle şiirlerinde kullandığı Külebi’yi, soyadı olarak tercih etmiş ve bunu 1946’da resmen tescil ettirdiği için biz onu bu isimle tanıyoruz.
Anadolu’da öğretmenlik yaparken hissettiklerini şiire dökmeye başlayan Külebi, halk şiirleri ve türküler yoldaşı olmuş. Temiz ve sade dili ile yazdığı içten mısralar, her yurt köşesinden manzaralarla doludur.
Gerçekleri şiir yoluyla anlatan Külebi’nin şiirleri güncelliğini hep korumuştur. O, Anadolu’nun gözü, kulağı ve kalbiydi. 20 Haziran 1997’de hayata veda etti.
🖊️
İsmini çok sevdiğimden dikkatimi çektiğinde on beş yaşındaydım. Çok yıllar sonra “Bir Dinazorun Anıları”nı ilk okuduğumda kahramanım oldu Mina Urgan (1915-2000). Bir duruşu anlatmak belki de bu yüzden zor.
‘Adalar Şairi’ olarak anılan babası Tahsin Nahit öldüğünde küçücük bir kız. Annesinin ikinci eşi Falih Rıfkı Atay ile başlayan bir edebiyat serüveni. Kendi sözcükleriyle “kişiliği hiç ezilmeden” geçirilen bir çocukluk. Çağdaş ve özgürlük düşüncesinin hâkim olduğu bir ailede büyürken aniden yoksul kalmak, gene de hayatın her anının tadını çıkarmak.
Soyadını solcu olduğu için bir gün asılacağını söyleyen arkadaşı Necip Fazıl’ın önerisiyle Urgan yapacak kadar özgüvenli, yüzyıllar öncesinden bir adama, Thomas More’a aşık, Mustafa Kemal Atatürk’ten vals yapmayı öğrenmeye çalışan, başkaldırının ve direnişin simgesi gördüğü ‘dinazor’ lakabını kendi seçen, kıskanılası bir dost çemberinde yaşayan ve bu anıları kitaplarıyla ölümsüzleştiren…
Mina Urgan 15 Haziran 2000 tarihinde aramızdan ayrıldığında bize bir duruş bıraktı. Anlayanlara…
🖊️
Cengiz Aytmatov (Cengiz Törökuloğlu Aytmatov, 1928-2008) dokuz yaşındayken Sovyet Kırgızistanı’nda seçkin bir devlet adamı olan babası tutuklanıp kurşuna dizildi. Tüm gençliği sıkıntılı bir döneme denk geldi. İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet topraklarında her genç çalışmak zorundaydı çünkü yetişkinler savaştaydı. Birkaç işte çalışıp birkaç okula girdikten sonra sonunda Moskova’da Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne geçti. Bu dönemde yazmaya başladı.
Biz onu en çok ‘Al Yazmalım’ ile tanırız ama Aragon’un “Dünyanın en güzel kitabı” olarak nitelediği ‘Cemile’ ile ün kazandı. Halk edebiyatını, mitleri gerçek dünyaya uyarladığı eserleriyle çok prestijli ödüller aldı, kitapları birçok dile çevrildi.
10 Haziran 2008’de böbrek yetmezliği nedeniyle komaya girerek hayata veda etti.
Haziran’da gidenlerin tümüne selam olsun…