FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Hiç Durmadan Uçmak

Hiç Durmadan Uçmak

Hiç durmadan uçan bir turna kuşuyum. Uçmaktan başka yapabileceğim bir şey de yok. Aşağıda beni bekleyen ölümün gri kollarına düşmemek için, hiçbir yere konmadan, durmaksızın uçmak zorundayım.  

Bu zorunluluk beni ürkütüyor. Ya kanatlarım beni taşıyamaz olursa, ya gücüm tükenirse? İşte o zaman aşağıda, büyük iştahla beni bekleyen, kimi zaman kapkara, kimi zaman gri, ölümcül alevler sevinç çığlıkları atacak ve beni kendi yalazı, közü, külü içinde yakıp yok edecek. 

Konabileceğim bir çatı, bir gürgen dalı, bir kaya kovuğu bulabilmeyi ne çok isterdim. Yok, biliyorum. Bulmam da olanaksız. Yukarıda uçsuz, bucaksız, başlangıcı ve bitimi olup olmadığını kestiremediğim gökyüzü, aşağıda beni ve uçmaya mahkûm edilmiş bütün kuşları her an yutmaya hazır, genzi tıkayan, soluk almamıza olanak tanımayan kapkara öldürücü duman…

Yalnızım. Sağımda, solumda, yakınımda hiç kimse yok. Ne bir martı, ne bir leylek, ne bir yaban kazı, ne bir insan, ne de bir başka canlı. Birlikte uçtuğum turna sürüsünü, dostlarımı, arkadaşlarımı kaybedeli aylar oldu. Annemi, kardeşlerimi, arkadaşlarımı yitireli… Onlar şimdi bu sonsuza uzanan göğün başka bir yerinde olmalı, belki de şu aşağıda, üzerinden uçtuğum ormanla kaplı sıra dağın arka yüzünde. Belki başka kuşlar da vardır benim gibi uçan, belki annem ve arkadaşlarım beni arıyorlardır; kim bilir belki bir gün birbirimizi bulabiliriz…

Geçmiş günlerden kalan belli belirsiz anılar. Bir nehir kenarında, kuytu bir köşede annemin bulduğu yuvamız. Annemin yardımıyla ilk uçuşum. Nasıl da korkmuştum. Yüreğimin çarpıntısını hâlâ duyar gibiyim. İlk denememde başaramayıp yere düşmüştüm. Annem sıcak kanatlarıyla sarmalamıştı beni. Yeniden, yeniden denemiştim uçmayı. Korkumu yendiğimde uçmanın güzelliğini tanıdım. Ne kadar güzeldi havayı küçük kanatlarla yarmak, ağaçlara, evlere, yollara ve dağlara tepeden bakmak… Ne kadar güzeldi üzerinden geçtiğimiz uğultulu ormanlar, tarlalar, nehirler ve göller. 

Ne olduysa o büyük göçte oldu. Bir an geldi ki ben yanımda annemi, kardeşlerimi ve öbür yoldaşlarımı göremez halde buldum. 

Sürüler halinde uçuyorduk. Sıcağa gidiyorduk, sımsıcak ülkelere. Doğduğumuz, büyüdüğümüz yere soğuklar gelirmiş, kar yağarmış, öylesine soğuk olurmuş ki hava, nefes alamaz hale gelir, donar, konduğumuz dallardan cansız yere düşermişiz. Hep birlikte havalanıp büyük göç için yola koyulmuştuk. Bense annemin ardında, her türlü kaygıdan uzak uçuyordum.

Sonra fırtına çıktı; birdenbire kararan gökyüzü, birdenbire hızla üzerimize saldıran rüzgâr… Ne gözlerimi açabiliyordum, ne de yardım istemek, anneme bir şeyler söyleyebilmek için ağzımı… Çırpınmak, rüzgârın kanatlarımı budayıcı gücüne karşı direnebilmek için var gücümle savaşıyordum. “Dayan” diyordum kendi kendime, “dayan, bu fırtına geçecek, rüzgâr dinecek, gökyüzü yine mavileşecek ve sen usul usul, annenin yanı sıra uçacaksın, sıcak, o düşlerden de güzel ülkelere varacaksın.” Zaman zaman her şeyden vazgeçmek, rüzgârın uğultusuna kendimi bırakmak geçiyordu içimden. Teslim olmanın ise ölmekle eş olduğunu, yenilgi olduğunu, bütün düşlerden, sıcak ülkelerin büyüleyici güzelliğinden, gelecekten vazgeçmek olduğunu seziyordum. Kendimi zorlayarak aklıma gelen bu kötü düşünceleri kovuyordum. 

Fırtına ne zaman dindi anımsamıyorum. Gözlemi açabilecek hale geldiğimde neredeyse bütün tüylerim, teleklerim dökülmüş, kanadım kırıldı kırılacak hale gelmiş, gücüm de iyice tükenmişti. Birdenbire ayrımına vardım ki yapayalnızım. Kalbim ürkü içinde çarpmaya başladı. Ne annem vardı görünürde, ne de kardeşlerim, arkadaşlarım. Bir sağa, bir sola, geriye, ileriye, her yöne uçtum, her tarafa baktım ama kimse yoktu. İçimi yoğun bir kimsesizlik, yitiklik duygusu sardı. Bu koskoca gökyüzünde, bir başıma kalakalmıştım. 

Gökyüzü ne kadar büyük, zaman ne kadar sınırsızdı. Ben ise öylesine küçük, öylesine zavallıydım ki, bir toz zerresi bile değildim koskoca mavilikte… 

Yalnız kalmanın kanatlarımı kıran yılgınlığına bir de yorgunluğum eklenmişti. O görünmez ağ üzerime çullanmış, beni her yandan sımsıkı sarmalamıştı. Bir dala, bir çatıya konabilseydim, bir süre dinlenebilseydim, konaklasaydım ya da uçmaktan vazgeçseydim… 

Alçalmaya başladım. Aşağıya inmek, yere yaklaşmak, iliklerime kadar yayılan düşme hissinin verdiği esriklikle kendimden geçmek demekti. Yere iyice yaklaştığımda, dağların, ormanların ve evlerin üzerinin kapkara bir dumanla kaplanmış olduğunu gördüm. Açlıktan gözlerim kararmış olmalı. Belki de renkleri seçemez hale gelmişimdir diye kendimi kandırmaya çalışırken yanılmadığımı anladım. Kesif bir dumandı bu, genzimi yakan, beni soluksuz kılan, aşağıda olanları görünmez kılan. Dağların, ovaların, evlerin üzerini kalın bir tabaka halinde kapatan duman… Olsun. Yine de denemeliydim. Belki bu duman tabakasını yarar, aşağıya, evlere ve ağaçlara inebilirdim. Belki bir yerlerden yiyecek, göllerden, derelerden ya da parklardaki fıskiyelerden içecek su bulabilirdim. 

Griliği yer yer koyulaşan, siyahlaşan duman kütlesi sürekli devinim halindeydi. İlerliyor, geri çekiliyor, kimi kez açılıyor, kimi kez koyulaşıyor, kimi zaman da çürük meyve kızılına çalan bir renge bürünüyordu. İçinde devinen başka renkler de vardı. Bunlar, öyle hızla değişen renklerdi ki, turuncu, mor, kızılımsı, sarı, yeşil; hangi renk olduğunu anlayıncaya kayboluyor, yerlerini yine o koyu griye bırakıyorlardı. Anlık, bir görünüp ardından yok olan ışık hareleri…  

Alçaldıkça duman gözlerimi yakmaya başladı. Soluk almakta güçlük çeker olmuştum. Biraz daha sağa sola bakayım derken kendimi bu kapkara dumanın içinde buldum. Hiçbir şey seçemiyordum artık. Boz bulanık karanlıkta önümü bile göremiyordum. Biraz daha kalırsam öleceğimi hissediyordum.

Kaçmalıydım, soluk alabileceğim yüksekliklere uçmalıydım. 

Karanlığın içinde başka uçuşan karaltılar gördüm. Ala boz karanlıkta hareket eden simsiyah lekeler ne olabilirdi ki acaba? Bir yukarı, bir aşağı, uçuşan siyahlıklar… Hızla onların olduğu yöne uçtum, yanlarına yaklaştım. Evet, kuşlardı onlar. Öylesine yaklaştım ki, hatta onlardan bazılarının kanatlarına dokundum. Dokunuşuma bir tepki, bir yanıt bekledim. Hiçbir tepki gelmedi, hiçbir yanıt… Uçuyorlardı, öyleyse canlı olmalıydılar. Kanatları gri bulutları yarıyor, çırpınıyorlar, ilerliyorlar ama hiçbir yaşam, canlılık belirtisi göstermiyorlardı. Uçan, durmaksızın uçan, karanlığın cansız, kâğıttan kuşları… Devinimleriyle gri duman-ölümü süsleyen hiçliğin kanatlı bedenselleşmesi…

Korktum. Hızla kaçtım yanlarından. Ya ben de onlar gibi cansız kuşlara dönüşürsem? Daha yükseğe, kapkara, kesif dumandan yukarıya, maviliğe uçtum. Dönüp arkama baktığımda bir ileri atılıp bir geri çekilen duman yumağı içinde cansız kuşları birer siyah noktacık olarak görebildim ancak. 

Yeniden yükseklerdeydim artık. O kapkara ölüm dumanı aşağılarda kalmıştı. Uzayıp giden maviliğin içinde tek başıma kalmıştım yeniden. Bunca yorgunluğun yükü omuzlarımda olsa da mavi sonsuzluğun güzelliğini hazla ciğerlerime çektim. Yorgunluğum azalmıştı sanki. Kendimi güçlenmiş, yenilenmiş hissediyordum. Güneşin kanatlarıma sımsıcak dokunuşu güç veriyordu bana. Kendimi usulca o sıcaklığın yumuşaklığına bıraktım. En az çabayla uçabilecek şekilde, kanatlarım açık, süzülmeye koyuldum. 

Kimi zaman bulutların içinden geçiyordum, kimi zaman da üzerlerinden. Güneş ışıklarının farklı renklere boyadığı bu beyaz yığın, üzerine konabileceğim kaya kütlelerini andırıyordu. Sanki dikitler, ovalar, dağlardı bu şekiller ama biliyordum ki, o beyaz bulut kayalıklarına konamaz, o kayaların kuytularına yuva kuramazdım. Akşam güneşi bu saydam kaya benzeri şekilleri önce sarıya, ardından turuncu ve ardından da kızıla boyamıştı. Ben de o renkli bulutların üzerinden geçtim. 

Bir ara mavi göğün içinde beyaz lekelere takıldı gözlerim. Hızla onların olduğu yöne uçtum. Sevinç ve kuşku yüreğimde deli poyraz oynaşıyordu. Bu lekeler ya bir kuş sürüsüyse? Eğer yanılmamışsam, yalnızlıktan, bir başıma uçmaktan kurtuldum demektir. Bu sonsuz genişlikteki mavilikte hareket eden bir nokta olmaktan, gerçek boyutlarıma ulaşırdım. Yoldaş olurdum onlarla. Başka kuşlar… Ne büyük bir mutluluk olurdu annemi, kardeşlerimi ve arkadaşlarımı yitirmişken, yalnızken başka kuşlara rastlamak, birlikte uçabileceğim arkadaşlar bulmak… Yan yana uçardık, belki de o sıcak ülkelere ulaşırdık. Kim bilir, belki orada ailemi yeniden bulurdum; o sıcak düşler ülkesinde.

İyice yaklaştığımda gördüm ki bir beyaz güvercin sürüsüydü bunlar. Tanrım! Güvercinler… Sevincimden uçmayı unutmuş gibiydim. Bir güvercin sürüsü! Sonunda o can sıkıcı, kişinin ruhunu yavaş yavaş kemiren yalnızlıktan aydınlığa çıkmıştım. Mavilikte yitik bir kuş olarak göğü kanat kanat geriye savurmaktan kurtulmuştum. Uzayın uçsuz bucaksızlığına tutsaklığım sona ermişti. 

Daha da yaklaştım onlara. Bana en yakın olanın yanında uçmaya başladım. Kanatlarımız aynı doğrultuya geldiğinde kendilerini selamladım. Onlara bütün öykümü, korkularımı, umutlarımı, sözün kısası bütün duygularımı anlatacaktım; yitirdiğim annemi, annemin sıcak kucağını nasıl özlediğimi, kardeşlerimle oynamaktan ne denli zevk aldığımı ve arkadaşlarımın benim için ne denli vazgeçilmez olduğunu… Sonra o aşağıda gördüğüm kapkara ölüm dumanını…  

Anlaşmanın en iyi yolu konuşmaktı. Ben de konuşmaya başladım. Ben anlattıkça onların şaşkınlıkla bana baktıklarını görüyordum. Bu beni sendeletti. Az kalsın bir taş gibi aşağı düşecektim. Söylediklerimi anlamıyorlardı, onların söylediklerini de ben… Dillerimiz farklıydı, sözcüklerimiz farklı. Belki kanat hareketleriyle onlara bir şeyler anlatabilirdim. Bir iki kanat çırptım ama bana bakmıyorlardı bile. Onlar, o bembeyaz güzel kuşlar, hızla aşağıya, kapkara dumanların içine doğru yönelmişlerdi. Üstelik oldukça alçalmışlardı. Kendilerini neyin beklediğini bilmiyor olmalıydılar. Onlara engel olmalıydım, kapkara dumanın ölüm demek olduğunu anlatmalıydım. Önlerine geçtim, kanat çırparak, taklalar atarak, kanatlarına dokunarak aşağıda gördüklerimi onlara anlatmayı denedim. Şaşkın şaşkın bana bakıp güldüler. Sanki bir soytarıydım, sanki onları eğlendirmek için gariplikler yapan bir şaklaban… Önce güldüler, ardından gaga darbeleriyle beni iteleyip hızla aşağıya doğru alçalmaya koyuldular. Bembeyaz kanatlar gri-kara duman içinde kayboldu. Az sonra da o canlı ve güleç yüzlü özgürlük kuşları birer hayalete, kâğıttan kuşlara dönüştüler; kanat çırpan ama uçtuğunu bile bilmeyen, uçan ama cansız… 

Öylesine üzüntü içindeydim ki gagamla kendi tüylerimi yoldum. Gözlerimin önünde güvercinler yok oluşa uçmuşlardı. Engel olamamıştım. Onları ölüm karası bulutların gizemli çekiciliğinden kurtaramamıştım. Onlar ki özgürlük kuşları, onlar ki gökyüzünün beyaz türküleri, nasıl aldandılar, nasıl kandılar ölüm bulutlarının gizemli çağrısına? 

Ben yine yapayalnız kalmıştım. Kimi kez maviliğin içinde, kimi kez gecenin yıldızlı karanlığında… Gündüzler yine katlanılabilecek gibi ama ya geceler? İyi ki yıldızlar var, ay var. Geceleri uçarken hep onlara bakarım. Onların ışığı da olmasaydı iyice yiterdim karanlıklarda. Yukarıda gündüzü ve karanlık gecesiyle gökyüzü, aşağıda ölümün kara gri dumanı. 

O duman yine aynı. Şekil değiştiriyor, azalıyor, çoğalıyor, kimi zaman iyice açılıp inceliyor, neredeyse ortadan kalktığını düşündürecek kadar beyazlaşıyor. Biliyorum beni kandırmak, içine çekmek, yutmak, yok etmek istiyor. Hep tetikte olmam, bu aldatıcı değişimlere kanmamam gerek. 

Uzakta bazı görüntüler beliriyor. Belki düşlerimde hep canlı tuttuğum o sıcak ülkelerin dağlarıdır bunlar. Belki de kara dumanın yeni bir oyunu… Uçuyorum o görüntülere doğru. Uçmaktan başka yapabileceğim bir şey yok, varlığımın zorunlu kıldığı bir görev bu. Ya aşağıda kara- gri dumanın içinde kâğıttan cansız, hayalet kuşlardan biri olmak, ya da uçmak, sonsuza dek, uçamaz oluncaya dek… 

Sıcak ülkeler ya da konacak, yuva kuracak bir yer bulmak mı? Bunun bana güç veren sıcak bir düş olduğunu çok iyi biliyorum. Tek bir gerçekliğim var benim: Uçmak zorundayım, hiç durmadan, konacak bir dal, bir kaya gövdesi ve ağaç bulmadan.

Hep uçmak, hep uçmak…

1993

Picture of Cemile Çakır

Cemile Çakır

Tüm Yazıları