FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

HİNDİSTAN CEVİZİ

HİNDİSTAN CEVİZİ

Edward hayatının en kötü yılını geçirdiğini düşünüyordu. En büyük korkusu ise, henüz dibe vurmamış olabileceğiydi.

Bir yıl öncesine kadar hayatındaki en büyük sorun babasının yeni sevgilisiydi. Ama sorun dediği her şeyi özleme dönüştürmüştü yaşadıkları. Saçlarındaki beyazlardan şikâyet eden amcasının saçkıran olması gibi. Ya da yaşlanmaktan korkan papaz Thomas’ın kilisenin çatısından düşüp ölmesi gibi.

İlk olarak fakir mahallelerdeki ölümlere dair söylentiler başlamıştı. İlk önce bir gölge gördük. Sonrasında karamsarlık, panik ve kargaşa gelmişti. Sonra gölgenin korkunç sahibini. Çok geçmeden karantina ilan edilmesi kaosu zirveye taşımış, şehrin kıyamet provası başlamıştı. Londra için en doğru tabir insanların cehenneme değil de cehennemin insanlara geldiğiydi. Ama bu kaçış bileti olan bir cehennemdi. Çoğu kişi evlerini, işlerini, dostlarını terk etmek pahasına dağlara, kasabalara, köylere kaçmak için izin ve sağlık belgesi almak derdindeydi. Edward o günlerde böyle bir olasılığa ihtimal vermemişti. Her şey yakında düzelecekti ona göre. Burada bekleyecek ve işler yoluna girdiğinde insanların aynı şekilde geri dönüşlerini izleyecekti.

Yanılmıştı. İşler daha da kötüye gitmiş ve Edward’ın salgına dair iyimser düşünceleri okulunun kapanması ile beraber yok olmuştu. Bütün gün evde oturuyordu. Gündüzleri pencereden Londra sokaklarını, geceleri kendi geliştirdiği teleskopu ile gökyüzünü izliyordu. İkisi de aynı uzaklıkta gözüküyordu ona o zamanlar. Arkadaşlarının yerini uşaklar ve hizmetçiler almıştı. Kitapları vardı birde; Descartes, Hobbes, Platon… ne buluyorsa okuyordu.

Okulundan olmanın verdiği mutsuzluğu yeni yeni atlatıyordu ki bir akşam kapı çaldı. Aylardır şehir dışında olan babası sonunda Londra’ya dönmüştü, elinde çantalar ve kafasında yeni fikirler ile. Bu fikirlerden biri Edward’ın güvenliği için yola çıkacak ilk gemi ile Hindistan’a gitmesiydi. Böylece aylar sürecek yolculuk ile tek varisi Edward hem salgın hastalıktan uzaklaşacak hem de ilk ciddi deneyimini kazanacaktı. Babasının otoritesi bir rüzgarsa Edward’ın iradesi de itaatkâr bir yelkendi. Dişini sıkmış, nefesini tutmuş ve içindeki tüm isyankâr seslere rağmen yaptığı tek şey başını sallayarak kabullenmek olmuştu. Odasına çekilene kadar tüm duygularını bastırmış, yalnız kaldığında ağlayıp sızlanarak geceyi uykusuz geçirmişti. Bir ara sokağa çıkıp bulduğu her hastaya sarılmayı bile düşünecek kadar berbattı ruh hali. Ama sabah gün ışıdığında yaptığı tek şey bavullarını toplamaya başlamak olmuştu.

Babası William oldukça zengin bir tüccardı, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nde bir miktar söz sahibi olacak kadar hem de. Kardeşi ile beraber çalışarak babalarından miras kalan zenginliği kat be kat arttırmışlardı. Bunu yaparken kraliyet ailesi başta olmak üzere hatırı sayılır bir çevre de edinmişlerdi. Babasının ondan beklentileri büyüktü. Çünkü Edward ailenin tek erkek evladıydı. Dolayısı ile ileride meşaleyi o taşıyacaktı. Soy isimleri ona emanetti. Edward ise dümenine asla geçemediği heybetli bir gemi olarak bakıyordu hayatına. O akşam ilk kez babasının ölmesini dilemişti.

Babası sabah kahvaltısında oldukça sağlıklı ve neşeli görünüyordu. ‘’İki gün sonra,’’ demişti. İki gün sonra yola çıkacaktı Edward. Ona kahvaltı boyunca Hindistan’ın nasıl bir hazine barındırdığından, İngiltere’nin diğer rakiplerinden, stratejik planlardan bahsetmişti. Edward’ın ne kadar şanslı olduğunu hatırlatıp bu seyahatten olabildiğince çok şey öğrenmesini dileyerek konuşmasını ve kahvaltısını noktalamıştı William. Sofradan kalkarken son cümlesi ‘’Bu arada yolculuğun boyunca sana eşlik edecek bir uşak ayarladım,’’ olmuştu.

‘’Bir uşak?’’

‘’Evet. Anthony önerdi, daha önce onun kuzeninin yanındaymış. Yolculukta ihtiyacın olacak. James’i yanına almayı düşünmedin herhalde.’’

Anthony’nin kuzeninin salgından öldüğünü hatırlayınca tüyleri ürpermişti Edward’ın.

‘’James mi? O çok…’’

‘’Yaşlı.’’

‘’Evet,’’ demişti Edward başıyla onaylayarak. James’i fırtınalı bir havada gemi yolculuğunda hayal etmek bile içini acıma duygusu ile doldurmuştu.

Ertesi gün babası erkenden çıktığı için kahvaltı masasında son yıllarda alışık olduğu üzere yalnızdı. Ekmeğindeki tereyağının üstüne sürdüğü reçelin bir kısmı akıp masaya damlamıştı. Zamanın da az sonra tüketeceği tereyağı ve reçel gibi olduğunu düşünmeden edememişti. Bazen öyle hızlı akıyordu ki zapt edemiyor, bir şeyleri kaçırıyordu. Bazen de donup kalıyordu, tüketirken yoruyor, yıpratıyordu. Babasının ağzından iki gün lafını duyduğundan beri ikinci seçeneği yaşıyordu. O İki gün geçmek bilmiyordu Edward için. Dikkati dağınıktı, herhangi bir uğraşına aklını tam anlamıyla veremiyordu. Sokağa çıkması yasaktı. Geriye kalan tek seçenek uyumaktı. Ama uyku da çocukken babası ile gittiği balık avları gibiydi. Saatlerce bekleyip eli boş dönmek bir aile geleneği olmuştu. Büyük bir çaba ile, ekmek diliminin hepsini bir defada ağzına tıkarken acaba deliriyor muyum diye aklından geçirmişti. Deliler için zaman nasıl geçiyordu acaba.

İştahı olmadığından erken kalkmıştı sofradan. Pencere kenarına kurulup sokaktaki her hareketi izlemeye başlamıştı. Sıradan bir veba günüydü ama yine de evdeki mobilyaları izlemekten daha iç açıcıydı. Bir süre sonra tüm o rutinin arasında bir adam koşarak görüş alanına girmişti. Gözleri korku ile büyümüştü.

***

İzlediği adam koşarken seri hareket ediyordu. Ceketini çıkarıp fırlattı. Gömleğinden de aynı şekilde kurtulmaya çalışırken köşeyi dönüp görüş alanından çıktı. Bir romanın sadece orta sayfalarını okumak gibiydi bu. Kim bilir yarım saat ya da on beş dakika önce ne yaşamıştı. Edward o adamın peşinden gidip şahit olduğu hikayenin sonunu görmeyi çok istedi o an. Ayağa kalktığı gibi yasağı hatırladı. Geri oturdu. Meraklı tarafı ağır bastığından adamın aynı yoldan geri gelme ihtimaline karşılık beklemeye başladı. Ama hiçbir şey olduğu yoktu.  Çay istemeyi düşündü, canı çay da istemiyordu, vazgeçti. İyice sıkılana kadar bir süre daha bekledi. En sonunda ilgisini çekebilecek bir şeyler bulabilmek umudu ile çalışma odasına yöneldi. Merdivenlerde iken yeni hizmetçilerden Emeline kapıda biri olduğunu haber verdi.

‘’Babamın çıktığını söylemedin mi?’’

‘’Zaten sizle görüşmek istiyor efendim. Yeni yardımcınızmış.’’

‘’Salona alın,’’ dedi Edward. Yeni yardımcımmış, eskisi yoktu ki. Ne konuşacağına dair en ufak bir fikri yoktu. Tüm detayları zaten babası halletmiş olmalıydı halbuki.

Çalışma odasına çıkıp yüze kadar saydıktan sonra -bunu neden yaptığını bilmiyordu- salona geçti. Karşısındaki adam göz teması kurar kurmaz Edward’ı abartılı bir şekilde selamladı. Edward ona dikkatle baktı; kendisinden on yaş büyük ve yaklaşık on santim daha uzun sırım gibi bir adamdı. Gözleri sakin ve ifadesizdi.

‘’Buralı mısınız?’’ diye sordu Edward. Nereli olduğunu merak etmiyordu oysa. Konuşmaya başlamak için aklına gelen ilk soru bu olmuştu.

‘’Yarı yarıya, efendim. Annem Fransız, Babam İngiliz.’’

‘’İsminiz…’’

‘’Francis Ward.’’

‘’Talihsiz bir kayıp sonucu işsiz kalmışsınız.’’

‘’Talihsiz?’’

‘’Yanında çalıştığınız Lord?’’

‘’Robert.’’

‘’Evet, vefat ettiğini dün öğrendim.’’

Francis ağzını açıp ne söylemeyi düşündüyse vazgeçerek kapattı. Bu Edward’ın dikkatinden kaçmadı. Onu cesaretlendirmek için, ‘’gerçekten çok talihsiz,’’ dedi.

‘’Aslında ölmemiş olsa da işsiz kalacaktım muhtemelen.’’

Edward kuşkuyla kaşlarını çattı.

‘’Kendimi bildim bileli başıma ne geldi ise dilimden gelmiştir. Ve ne yazık ki tüm bu kötü tecrübelere ve şu yaşıma rağmen, dilime hakim olmayı hala öğrenebildiğim söylenemez efendim.‘’

‘’Ve?’’

‘’Prensip gereği bir ölünün hatırasına zarar vermemek adına bardağı taşıran son olayı anlatamayacağım.’’

‘’Ama bardağı dolduran diğer damlalardan rahmetlinin hatırasına zarar vermeyenlerde vardır muhakkak.’’

‘’Köpek.’’

‘’Köpek?’’

‘’Köpeğinin yemeğine sakinleştirici koymam. Evet mesela bu.’’

‘’Bu çok ilginç’’

‘’Saygıdeğer birkaç konuğumuzun paçasını o şeytanın dişlerinden uzak tutmak amacıyla… işe yaradı da.’’

‘’Mantıklı.’’

‘’Ona göre değildi ama. Hayvanın tabiatına zarar verdiğimi iddia etti. Ha, bir de…

‘’Bir de…’’

‘’Bunu herkes duydu zaten, ne yazık ki bazı boşboğaz hizmetçiler tartışmamıza kulak misafiri oldu. Talihsiz… Çok talihsiz…’’

‘’Biraz açar mısınız.’’

‘’Kumar onu bitiriyordu…’’

Edward bunu duymuştu. Ben bile biliyorsam…

‘’…Hem maddi hem de manevi olarak. Bir akşam çökmüş ve sarhoş bir şekilde geldi. Masada bir servet bıraktığını biliyordum. İstemediğim şekilde olaya müdahale etmek zorunda bıraktı beni.’’

‘’Siz? Peki edebildiniz mi? Yani müdahale…’’

‘’Kısmen. Yanında bulunup onu frenlemem konusunda anlaştık diyelim. Para kaybetmesini değil ama intihar ya da iflas etmesinin önüne geçmiş oldu bu olay.’’

‘’Kimse iflasını önlediği için birini kovmaz.’’

‘’Son seferinde köpeğine verdiğim sakinleştiricinin tadını ayırt edince Lord Robert böyle düşünememiş olabilir.’’

Edward kahkahasını tutamadı. Yardımcısı olacak adama baktı. Büzdüğü dudaklarının arkasına gizlediği tebessümü bu olayda pişman olmadığını açıkça gösteriyordu. Eğlenceli sessizliği bozan Edward oldu.

‘’Bu örneklerin ağzını tutamamanla alakası yok, bilmem fark ettin mi?’’

Biraz düşündükten sonra, ‘’Doğru. Çok doğru! Burnumu vazifem olmayan meselelere sokmam, bu da diğer kusurum efendim,’’ dedi Francis. ‘’Efendim gereksiz yere daha fazla zamanınızı almak istemem. Uğrama sebebim yolculuk öncesi talimatlarınızı öğrenmekti.’’

Edward ‘’Teşekkür ederim. Sabah görüşürüz,’’ dedikten sonra Francis selam vererek odadan ayrıldı. Edward aceleyle arkasından seslenince tekrar geri döndü.

‘’Efendim.’’

‘’Bir kitap olacak, eğer bulabilirsen,’’ derken cebinden çıkardığı bir kâğıdı uzattı. ‘’Listede üstü çizili olanları boş ver.’’ Francis hızla göz attıktan sonra kâğıdı cebine koydu. Tekrar selam vererek odadan aynı saygı ile ayrıldı.

O gittikten sonra Edward tekrar eski ruh haline dönmedi. Karamsarlığı yerini anlamlandıramadığı bir neşeye bırakmıştı. Francis ilginç biriydi. Sıradan bir yardımcı olmadığı aşikardı. Sıradan değilse ya çok iyi ya da çok kötü olacaktı. Bundan sonra Edward’a hizmet edeceğine göre bu üzerine düşünülmesi gereken bir konuydu. Edward Emeline’i çağırıp kurabiye ve çay istedikten sonra çalışma odasına gidip bu iki konuyu derinlemesine düşündü. Sıradan bir yardımcı ile tanışmanın kendisinde yarattığı değişikliğe şaşırıyordu. Olaylara Londra’yı izlediği gibi dar bir pencereden baktığı kanaatine vardı hayretle. Her gün izlediği o insanlardan kim bilir kaçı onun yerinde olmayı isterdi. O ise bebek gibi sızlanıp kendine acımaktan başka bir şey yapmıyordu. Tüm o tanışmadığı kişileri, görmediği şehirleri, bilmediği hayatları, hikayeleri düşünmeye başladı. Birdenbire Hindistan’a yapacağı yolculuğun aslında o kadar da kötü olmadığını fark etti. Ama ben Hindistan’a sürgüne gönderiliyor gibi davranıyordum o kadar zamandır. Babamdan sonra tüm bu sorumluluklar bana kalacak ve ben üç maymunu oynamaktan başka bir şey yapmıyorum. Babası ile ilişkisinde müzakereci olacaktı, karar vermişti. Böylece ileride üstleneceği sorumluluklar için deneyim kazanırken bilimsel araştırmalarını da rahatça sürdürebilecekti. Sorumluluk alabileceğime inanmalı.

Akşam yemeğini babası ile karşılıklı yediler. Sabah çıkacağı yolculuğu düşününce bunu bekliyordu. Babasının keyfi de iştahı da yerindeydi. Yemeğin sonlarına doğru babası hizmetçileri gönderdiğinde büyük bir şeyin gelmekte olduğunu sezdi Edward. Lokmaları ağzında büyümeye başladı. Ne olur tahmin ettiğim şey olmasın diye aklından geçirdi Edward.

‘’Sana güzel haberlerim var evlat,’’ dedi ağzını silerken babası. ‘’Biliyorsun, annen öleli neredeyse on yıl oldu. On yıl uzun bir süre. Onun hatırasına saygı göstermediğimi kimse iddia edemez.’’ Edward’a onay bekleyerek baktı.

‘’Evleniyorsun.’’ Kendisini bile şaşırtarak öylece çıkıverdi bu kelime ağzından Edward’ın.

‘’Evet,’’ dedi babası şaşırdığını gizlemeye çalışarak. Edward, onun kendini toparlamasını keyifle izledi. Uzun bir yolu kestirmeden sonlandırmıştı bir kelimeyle.

Şarabından bir yudum alıp ‘’Aslında daha söyleyecek çok şey vardı kafamda ama evet, evleniyorum.’’

Kendisini zorlayarak ‘’Senin adına sevindim baba,’’ dedi Edward. Müzakereci ol. Gülümsemeye çalıştı. Müstakbel annesini gözünün önüne getirmemeye çalışmıştı tüm bu süre zarfında. Ortalamanın altında bir zekaya sahip, dedikodu düşkünü, sığ bir kadındı Edward’ın gördüğü. Ve kim bilir bunlar gibi görmediği ne meziyetleri daha vardı.

‘’Beklediğimden daha ağırbaşlı karşıladın, ne yalan söyleyeyim. Senin her geçen gün olgunlaştığını görmek beni mutlu ediyor.’’

‘’Bu durumda diğer mülklerimizden birine yerleşmem daha uygun olur diye düşünüyorum.’’

Babası ağzına götürdüğü tatlı çatalını tabağa geri koyarken, ‘’bunu yapmak zorunda değilsin, biliyorsun,’’ dedi.

‘’Biliyorum. Ama bugün uzun uzun düşünme fırsatım oldu. Tek varisinim. Ayaklarımın üzerinde durmayı öğrenmem gerek.’’ Müzakereci ol. Edward sözlerinin babasının üzerindeki etkisini izlemek için arkasına yaslandı.

‘’Senden Bunları duymak beni ne kadar mutlu etti anlatamam,’’ dedi babası tatlısını büyük bir keyifle tekrar ağzına götürürken. Şarabından büyük bir yudum alıp, ‘’bu yolculuk seni gerçek bir delikanlı yapacak,’’ dedi.

‘’Yola çıkmak için sabırsızlanıyorum. Düğünü ben dönmeden yapmazsınız değil mi? Bu mutlu gününde yanında olmayı isterim baba.’’ İyice abarttın Edward. Bokunu çıkardın.

‘’Aslında tarihi daha belirlemedik, ortalığın biraz durulmasını bekliyoruz. Şehir bu haldeyken biraz daha beklemeye karar verdik. Müstakbel anneni pek tanıma fırsatı bulamadın. Ama zamanla tanıdıkça sen de çok seveceksin.’’

’Sabırsızlanıyorum.’’ Sıçarım böyle müzakereye.

***

Sabah erkenden yola çıktı Edward. Francis kendisini karşılamak için limanda bekliyordu.

‘’Merhaba Francis.’’

‘’Merhaba efendim.’’

‘’Unutmadın değil mi?’’

‘’Neyi efendim?’’

‘’Sana verdiğim listeyi tabii ki.’’

‘’Doğru ya. Evet daha dün gibi hatırlıyorum.’’

‘’Zaten sana dün vermiştim.’’

‘’Ve bende sizden almıştım.’’

Edward homurdanarak, ‘’Ne yaptın listeyi?’’ dedi.

‘’Cebimde duruyor efendim.’’

‘’Francis beni delirtme.’’

‘’Tamam efendim.’’

‘’Listedeki kitabı bulabildin mi?’’

‘’Buldum efendim.’’

‘’Çok güzel.’’

‘’Ama…’’

‘’Ama?’’

‘’Elinde bir tane varmış ve onu da birine ayırmış.’’

‘’Yaa,’’ dedi Edward hayal kırıklığı ile.

‘’Fakat…’’

‘’Fakat?’’

Francis eğilip çantasının içinden alakasız bir kitap çıkarıp uzattı.

‘’Bu o değil. Hem ben Fransızca da bilmiyorum.’’

‘’Kapağını açın efendim.’’

Denileni yapınca küçük bir şaşkınlık yaşadı Edward. Kapağın içinde Francis’ten istediği kitap duruyordu.

‘’Sen ne yaptın Francis? Dur, duymak istemiyorum.’’

‘’Tamam efendim.’’

‘’Lafın gelişiydi Francis. Bunun bir suç olduğunu geçiyorum. Bir kitabı başka bir kitabın kapağı ile değiştirmen ahlaken ne kadar uygun.’’

‘’Parasını ödediğim bir kitabın kapağı ile.’’

‘’Ve bu kabul edilebilir, öyle mi sence?’’

‘’Beni bir uşak olarak kabul etmeniz kadar.’’

‘’İkisinin birbiri ile alakası yok.’’

‘’Aslında var efendim.’’

‘’Açıkla o zaman.’’

‘’Bana bakınca ne görüyorsunuz efendim? bir uşak, bu benim kapağım efendim. Çok iyi bir uşak olmadığımı biliyorum ve bunu ilerleyen günlerde zaten göreceksiniz ama çok çok iyi bir marangozum. Hatta benden daha iyisi zor bulunur bile diyebilirim, bunlarda benim sayfalarım. Suç konusuna gelince; gönül işlerinde karşı tarafa olduğu gibi görünecek kadar cesaretli -ya da bazılarına göre aptal- birini tanımadım bugüne kadar. Herkes kendisini tanımlamayan kapakların içinde birinin kendilerini satın almasını bekliyor. Hangi kitap bir insanın kalbini başka bir insan kadar kırabilir ki.’’

Edward ne diyeceğini bilemediği bir an yaşadı.  ‘’Yani diyorsun ki, seni yardımcım olarak seçmekle kötü bir tercih yaptım.’’

‘’Kesinlikle öyle efendim.’’

‘’Ve bunu, aylarca sürecek bir gemi yolculuğuna çıkmak üzere iken söylüyorsun.’’

‘’Sizin açınızdan üzücü bir durum efendim.’’

Francis kesinlikle şaşırtıcı biri ve sıra dışı bir uşaktı. Bir insan aynı anda hem zeki hem de aptal olabilir miydi? Bunu daha önce hiç duymamıştı. Bu adamla ne yapacağım ben? Bir gemiye, bir de Francis’e baktıktan sonra, ‘’bunu daha sonra tekrar konuşacağız,’’ deyip yürüdü.

Bindiği araba limana varana kadar içinde büyüttüğü sıkıntı tuhaf bir şekilde gemiye çıktığında yok olmuştu, arabada unutulmuş bir bavul gibi. Her halinden geminin kaptanı olduğu belli olan bir adam onlara doğru yaklaşmaktaydı.

Edward sadece Francis’in duyabileceği bir sesle, ‘’Karşımızdaki, bizi karşılamaya gelen adamı görüyor musun Francis? Kaptanımız gibi gözüküyor. Kim bilir belki içinde bir yerlerde çok iyi bir aşçı vardır. Şansımıza geminin aşçısının içinde de çok iyi bir kaptan varsa, kötü yemekler ile günlerce işkence çektikten sonra ilk fırtınada okyanusun dibini boylayabiliriz. Acaba bu yolculuktan vaz mı geçsek?’’ dedi. Francis’in arkasında bir yerlerde homurdandığını duyup neşelendi.

***

‘’Öğğğ,’’

‘’Öööğ,’’

‘’Kaç gün diyorla… öğğğ… dedin?’’

‘’Kişiden kişiye göre değişirmiş,’’ dedi Francis ağzını silerken.

‘’Çok açıklayıcı, hııı, öğğğ…’’ Edward kusmaktan bitap düşmüştü.

‘’Birkaç gün daha inek gibi böğürerek kusmanız normalmiş. Öööğ…’’

‘’Sadece birkaç gün desen yeterli olurdu.’’ Francis’in de kendisi gibi denizden etkilenmesi bencilce bir rahatlık veriyordu Edward’a.

‘’Efendim?’’

‘’Benzetmeyi atlayabilirdin.’’

‘’Ah, şu kopasıca dilim.’’

Edward’ın deniz tutmasından kaynaklı mide bulantıları, kusmaları, iştahsızlığı ve bitkinliği birkaç gün sonra yok oldu. Ama mürettebatın dediği gibi azalarak değil birdenbire.

Güvertedelerdi. ‘’Fırtına geliyor,’’ demişti kaptan. Tüm o hazırlıklar arasında Edward’a kuzeydeki kapkara fırtına bulutlarını göstermişti. Konuşurken bir yandan da sakin bakışlarını gemi boyunca gezdirip tehlike yaratacak başıboş bir şey ya da hazırlıklarda herhangi bir eksiklik var mı diye kontrol ediyordu kaptan.

Edward onun kendine güveni ve soğukkanlılığının kibirden değil, bilgi ve tecrübeden kaynaklı olduğunu anlamıştı. Bu ona güven vermişti. Fırtınayı atlatacaklardı.

Bir süre sonra, ‘’Bu… bu nasıl bir şey?’’ dediğini duydu Francis’in. Üstlerine doğru gelen kara bulutlar daha çok bir kütleyi andırıyordu. Rüzgâr hızını arttırmaya başlamıştı. Dalgalar her geçen dakika daha da büyüyordu.

‘’Daha fazla burada durmasanız iyi olur efendim,’’ dedi kaptan birine seslenerek uzaklaşmadan önce.

‘’Daha fazla burada durmasak çok iyi olur efendim,’’ dedi Francis, kaptanı tekrarlayarak.

‘’Az daha,’’ dedi Edward. Tuhaf bir şekilde adrenalin vücudunda yükselirken, mide bulantısı ve bitkinliği yok oluyordu. Sıkı sıkıya tutunmuştu savrulmamak için.

‘’Sizin de başınıza bir şey gelirse bir daha iş bulamam efendim. Lanetli olduğum söylentileri alır başını gider. Daha dün bir bugün iki, bu kadar çabuk ölünmez ki ama!’’

‘’Bir şey diyeyim mi?’’

Fırtına gemiyi içine alacaktı birazdan. Bazı dalgalar geminin boyunu aşıyordu. Biz mi fırtınaya gidiyoruz, yoksa o mu bize geliyor? Omurgasından yukarı bir titreme hissetti Edward. Şimdiye dek bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu.

‘’Söyleyin efendim. Ama ne olur çabuk söyleyin.’’

‘’Haklısın.’’

‘’Evet ya! Haklıyım… Hangi konuda efendim?’’

‘’Çabuk,’’ derken koşmaya başlamıştı Edward. ’’İçeri girmeliyiz.’’

‘’Çok şükür efendim, çok şükür,’’ derken peşinden onu takip ediyordu Francis.

Kamaralarına geçmeleri hiçbir şeyi daha iyi yapmamıştı. Kendini bir tabuta girmiş gibi hissediyordu Edward. Bu benim tabutum; onunla denize gömüleceğim birazdan. Oradan oraya savrulup bildiği tüm duaları ederken saatler geçiyor ama beklediği ölüm bir türlü gelmiyordu. Son anısı duvara savrulması ve kolundaki keskin acı oldu.

***

’Efendim!’

‘’Hmmm.’’

‘’Efendim, uyanın lütfen.’’

‘’Francis?’’ Gözünü açtığında kaşı açılmış perişan uşağını karşısında gördü Edward. Her yeri ağrıyordu. Üzerinden bir at sürüsü geçmiş gibi hissediyordu.

‘’Çok şükür kendinize geldiniz efendim,’’ dedi Francis.

’Nasıl?.. Ne oldu?’’

‘’Bir fırtınaya yakalandık efendim. Çok korkunç bir fırtına.’’

‘’Ölmedik mi Francis?’’

’Hayattayız efendim. Bu tanrının bir lütfu.’’

‘’Bizi fırtınaya o sokmadıysa tabii.’’

‘’Sakın böyle şeyler söylemeyin efendim. Kafanızı çarpmış olmalısınız. Kesin kafanıza çok sert bir darbe aldınız siz.’’

‘’Gemi su mu alıyor?’’

‘’O su değil efendim, korkudan altıma işedim.’’

‘’Peki ya bu koku,’’ dedi Edward burnunu kırıştırarak.

‘’Sadece işemekle kalmadım efendim.’’

‘’Her yerim ağrıyor Francis.’’

‘’Mürettebat birkaç gün hareket ettikçe domuzlar gibi inleyeceğinizi, ama sonra yavaş yavaş geçeceğini söylüyor efendim.’’

‘’Francis?’’

‘’Efendim?’’

‘’Dilindeki fazlalığı aldıracak bir doktor tanıyorum.’’

‘’Muhakkak efendim.’’

‘’Sünnet gibi düşün bunu.’’

‘’Ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok efendim.’’

‘’Benim de senin nasıl bu kadar patavatsız olabildiğin hakkında en ufak bir fikrim yok Francis.’’

O sabah herkes olağanın üzerinde keyifliydi. Bu Edward’ı şaşırtmadı. İnsanlar bir sınavı ya da zorluğu başarıyla atlatınca hep böyle olurlardı. Kahkaha seslerinin olduğu tarafa bakınca kaptanı ilk kez tayfalarla senli benli muhabbet ederken gördü. Büyük ihtimalle bu manzarayı yolculuğu boyunca bir daha göremeyeceğini düşündü.

Edward’ı görünce gruptan sıyrılarak ‘’Ne geceydi ama,’’ dedi kaptan.

‘’Sayenizde atlattığımız ve bir daha yaşamak istemediğim bir geceydi,’’ dedi Edward.

‘’Bu işin bir parçası da bu işte. Fırtınalar, düşman gemiler, hesapta olmayan kayalıklar ve daha bir sürü şey.’’

‘’Başka bir iş yapmayı hiç düşünmediniz mi?’’

‘’Limanda çürüyen bir gemi kadar hiçbir şey beni hüzünlendiremez efendim. Bilmem anlatabildim mi?’’ Edward ile arkadaşıymış gibi konuşmasına rağmen Edward bundan rahatsız olmadığını fark etti. Nedenini aramasına gerek yoktu; bu adamın saygısı ve içtenliği derisinde değil, iliklerindeydi.

‘’Risk almaya değer diyorsunuz yani.’’

‘’Risk almayacaksak gemi de yapmayalım diyorum.’’

Edward onu anladığını belirten bir baş hareketi yapıp yanından ayrıldı. Gününün çoğunu dinlenerek ve düşünerek, Francis’ten olabildiğince uzak kalarak geçirdi. Bu fırtına bir mesaj mıydı acaba? Eğer öyleyse bundan nasıl bir sonuç çıkarması gerekiyordu? Hayatı planlamanın saçmalığını belki, belki de akışa bırakıp teslim olmalıydı.  Bunu düşünecek çok zamanı olacaktı.

Her geçen gün ağrılarından biraz daha kurtuldu Edward. Vücudundaki çürük ve morluklar, renkleri açıla açıla onu terk ettiler. Artık güvertede daha çok vakit geçiriyordu. Denizi izlemek ona araştırmalarından daha büyük bir keyif veriyordu. En başta bunu tembellik olarak yorumlayıp suçluluk duymuştu. Fakat üzerine biraz daha kafa yorunca, böylesine bir şeyi ilk kez deneyimlediği için onu bu kadar cezbettiğine kanaat getirmişti. Son birkaç gece güvertede bulduğu kuytu bir yerde, yıldızları izleyip dalgaları dinleyerek uyumuştu. Bu gecelerden birinde şaşırarak mutlu olduğunu fark etmişti. Bu yolculuk hiç bitmese de olurdu Edward için. Fakat Hindistan kıyıları görüş alanlarına girdiğinde kaptanın hesaplarında sadece bir günlük gecikme yaşanmıştı. O da olası düşman gemilerine karşı rotada yaptıkları değişiklik yüzünden olmuştu.

Hindistan Edward için tam bir hayal kırıklığıydı. Lezzetli meyveleri olan bereketli ve çirkin bir ağaca benzetmişti bu ülkeyi. Francis ise aynı fikirde değildi.

‘’Bence Londra bir saksı bitkisi efendim. Hindistan ise ulu bir ağaç.’’

Edward itiraz edecek olmuş, ama Francis’in kıyasladığı şey ile kendisinin kıyasladığı şeyin farklılığı bu itiraza engel olmuştu.

‘’Bu da başka bir bakış açısı,’’ diyerek tartışmayı noktalamıştı Edward. Bu yolculuk Francis ile olan ilişkisini, normalde olması gereken efendi-uşak ilişkisinden farklı bir boyuta taşımıştı. Biraz arkadaşlık da vardı bu birliktelikte.

‘’Hadi biraz çalışalım,’’ dedi Edward.

Francis çantasına vurarak hazır olduğunu belirtti.

‘’Öyleyse baş başa kalabileceğimiz bir yere gidelim,’’ deyip yürümeye başladı Edward. Francis peşinden onu takip ediyordu. En sonunda gözüne kestirdiği bir ağacın dibinde durup etrafı inceledikten sonra memnuniyetle gülümsedi Edward. Sırtını ağacın gövdesine yaslayarak oturdu.

‘’Hazır olduğunda başlayalım.’’

Francis’ten yararlandığı bir metottu bu. Edward, iki hafta kadar önce bir tesadüf eseri gördüğü Francis’in el yazısının güzelliği karşısında hayrete düşmüştü. Hemen sonra aklına gelen fikri geliştirerek uygulamaya koymuşlardı. Edward üzerine düşünmek için seçtiği bir konu hakkında aklına geleni kendini dizginlemeden anlatırken Francis tüm bunları not alıyordu. İlk birkaç denemeden sonra kelimelere kısaltma ya da semboller bularak metodu geliştirmeye başlamışlardı. Her geçen gün elde ettikleri neticeden daha fazla memnun kalıyordu Edward.

Edward gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı. Karşısına oturan Francis sabırla Edward’ın ağzından çıkacak sözcükleri beklemeye başladı. Süre uzayınca birkaç kez öksürdü Francis.

‘’Uyumuyorum Francis.’’

‘’Emin olmak istedim efendim.’’

‘’Geçen seferki istisnai bir durumdu.’’

‘’Hıhı…’’ dedi Francis alaycı bir ifadeyle.

Edward suratını asıp, ‘’Senle ne yapacağım ben, bilmiyorum,’’ dedi. Londra’ya döndüklerinde babasından ayrı bir evde yaşayacağını Francis’e söylemişti. Francis mutluluğunu gizleme gereği görmemişti.

Francis’ten karşılık gelmeyince bir gözünü sahte bir şaşkınlıkla açıp, ‘’Bunu not alarak başla,’’ dedi Edward. ‘’Francis Ward, ilk kez konuşmaması gereken bir yerde bu gerekliliği yerine getirmeyi başardı. Not al bunu, çünkü bir daha bu tarihi ana tanıklık edemeyebiliriz.’’

Francis’in sadece kaşları oynadı, sessiz kalmaya devam etti. Birbirlerine bakışırlarken tam aralarına düşen bir şey ikisinin de irkilmesine neden oldu.

‘’Bu da ne?’’ dedi Edward.

Başlarını yukarı kaldırdıklarında, altında oturdukları ağacın dallarındaki meyveleri gördüler.

‘’Bence bir an önce bu güllelerden uzaklaşmalıyız efendim. O kadar yüksekten başımıza düşmeleri çok tehlikeli olabilir. Elma ya da armut değiller ki…’’

Bu cümle barut fıçısının kıvılcımla buluşması gibiydi, Edward’ın aklında birdenbire bir sürü kapı açıldı. Kütle… İvme… Çekim… Kuvvet… Heyecanla, ‘’Buldum!’’ diye bağırdı.

Francis ‘’Hazırım!’’ diyerek onun coşkusuna eşlik etti.

‘’Bu…’’ Edward kafasına düşen ikinci bir meyve ile yere yığıldı.

‘’Efendim! Efendim kendinize gelin lütfen!’’ Francis Edward’ın nefes alışverişini duyup az da olsa rahatladı. Koşarak yardım çağırmaya gitmeden önce onu bu uğursuz ağacın altından sürükleyerek çıkardı.

***

‘’Çok şükür, kendinize geldiniz efendim.’’

Edward hissettiği ağrı ile yüzünü buruştururken inledi.

‘’Burada bir doktor varmış şansımıza, hem de İngiliz. Sizinle çok yakından ilgilendi. Dediğine göre en az birkaç gün sürermiş ağrılarınız efendim. İlk günü atlattığınıza göre artık korkmamıza gerek yokmuş. Şanslıymışsınız ki kalın bir kafanız varmış.’’

‘’Dilini eşek arısı soksun Francis.’’

‘’Efendim?’’

‘’Yok bir şey Francis.’’

Edward yerinden kımıldamaya kalkıştığında Francis onu engelledi. ‘’Yavaş yavaş efendim,’’ diyerek koluna girip doğrulmasına yardımcı oldu.

‘’Fakat, biz gemiye ne zaman geldik?’’ diye sordu Edward hayretle.

‘’Nerdeyse bir gündür baygınsınız.’’

‘’Bana ne oldu Francis?’’

‘’Hatırlamıyor musunuz?’’

‘’Hatırlasam sormazdım Francis.’’

‘’Kafanıza meyve düştü.’’

‘’Meyvenin kafamın üzerinde ne işi vardı peki?’’

‘’Siz o kısmı da mı…’’ Edward’ın ters ters baktığını görünce akıllılık edip sormaktan vazgeçerek, ‘’Bir ağacın altına oturmuştuk. Fizik üzerine konuşacaktınız, ben de not alacaktım. Siz tam ‘Buldum!’ diye bağırmıştınız ki kafanıza…’’

‘’Buldum diye mi bağırdım?’’

‘’Evet efendim.’’

‘’Neyi bulmuş olabilirim ki?’’

‘’Bilemiyorum efendim. Bulan da sizsiniz, kaybeden de.’’

‘’Atlattığımız fırtınadan beri tercihlerimi düşünüyordum. Yarını planlarken bir fırtınada tüm planlarıyla beraber suya gömülebiliyor insan.’’

‘’Ve?’’

‘’Hayat çok kısa Francis. O fırtına bir işaretti bence. Her istediğimizi aynı anda elde etmeyi beklemek çocukça. Bu yaşadığım kaza ikinci işaretti. Ailemizin işlerine odaklanıp tüm enerjimi oraya aktarmam gerektiğini gösteren bir işaret.’’

‘’Ben ortada bir işaret göremiyorum efendim.’’

‘’Ama ben görüyorum.’’

‘’Peki neyi bulduğunuzu merak etmiyor musunuz efendim?’’

‘’Etmiyorum.’’

‘’Şu an sadece şaşkınım efendim.’’

‘’Neden?’’

‘’Bir meyvenin dalından düşmesinin etkisinin bu kadar büyük olmasına.’’

Eliyle kafasındaki sargıları yoklarken, ‘’Neyse ki her şeye karşın ucuz atlatmışım,’’ dedi Edward.

‘’Neyse ki en az o meyve kadar kalınmış kafanız efendim.’’

‘’Francis!’’

‘’Ama bu benim değil doktorun lafı. Kafanızla işi bittiğinde de mumya benzetmesi yapmıştı.’’

‘’Francis dedim!’’

‘’Sustum efendim.’’

Ozan Aydın

Picture of Ozan Aydın

Ozan Aydın

Tüm Yazıları