FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Hoş Geldin Troya Sanat

Hoş Geldin Troya Sanat

Merhaba Femtrak Dergi okurları, bahar sayımızda çiçeği burnunda yepyeni, heyecanlı, mevsimlik çıkacak olan basılı bir dergiyi üstelik de içinde bizden de yazarların katkı sunduğu “Troya Sanat”ı ilk sayısına hazırladığım yazıyla selamlamak istedim. Heyecanları tükenmesin.  Femtrak Dergi’nin samimi dostluğuyla…

 

Hülya Duman





  Hoş Geldin Troya Sanat

 

Kitap zekâyı kibarlaştırır.

          Zekânın tavırlarını efendileştirmek için okumak zorundayız.

Cemil Meriç 

 

Çanakkale’de Troya Sanat isimli bir dergi doğum sürecinde. Kıymetli Hayrettin Geçkin bu güzel haberi veriyor, konuşuyoruz üzerine, mutlu oluyorum. Kültürel alanımızda dergi çıkarma işi çok meşakkatlidir. Ancak bunca zorluğun panzehiri de coşku veren zenginleştirici etkisindedir.  Üstüne düşünüyorum epeyce… Kurguyu nasıl yapmalı, nelerden bahsetmeli? Sonra bildiğim konuya; nitelikli okur, kitaplar ve edebiyatın gücü üzerine odaklanıyorum. Güzelim derginin yeni çıkıyor olması beni yaşım elverdiğince gerilere atıyor. Dergi işi mühim iş zira. 1970’lerin sonlarını 1980’leri tarıyor hafızam ister istemez. Kendi okuma pratiğim ve ülkenin panoramik halinden ilk aklıma gelen görüntüler şöyle: Annemle evi toparlarken dinlediğimiz radyo tiyatroları, didik didik gazete okurken sıra beklemelerim, babamla gazete savaşlarımız. Hele hele gazetelerin kupon karşılığı verdiği kitap, ansiklopedi toparlama heyecanı… Sonra uzun yıllar sürecek Cumhuriyet Kitap ve Milliyet Sanat tutkum. İçlerinden kendime kitap seçkileri oluşturmam. Ya dergiler… Dergilerin önemli işlevlerini ve edebi dünyanın sağlam köprüleri olarak büyük bir yükü sırtlayan taşıyıcılığını düşünüyorum bir yandan. Ki o dergiler ülkenin şairini, öykücüsünü, yazarını çıkarmada da öncülük etmişlerdir. Bildiğim, Sıddık Akbayır (1) portreleri ile daha çok ayrıntı öğrendiğim; zahmetli, fedakârlık isteyen, soğuk sıcak demeden, uğruna arabasını, üstündeki paltosunu satarak, aç kalarak, yoksul kalarak, içeri düşerek, canı pahasına, kelle koltukta ama inat ve dirençle dergi çıkarmaya çabalayan şairlerimiz, yazarlarımız; onların incelikleri, dürüstlükleri ve çektikleri sıkıntıları yakalıyor yüreğimi. Anımsayınız o müstesna şahsiyetleri: Cemal Süreya, Orhan Veli, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Koca Nazım, Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve daha niceleri…                                                                                                                          Tüm bu görüntüler hem nostaljik olarak hem de kültürel açıdan şimdiki ile kıyası da beraberinde getiriyor. Hatırladığım kadarıyla o zamanlar edebiyatın bir kıymet-i harbiyesi, hacmi, yaptırım gücü, saygınlığı vardı. Nitelikli dergilerin aramızdan çekildiği, kayıplara karıştığı ve buna paralel olduğunu düşündüğüm derinlikli, dert edinen, merak eden, iz süren okur sayısının azaldığı doğru değil mi sizce de? Nasıl oldu kısmının kafamdaki izahı şöyle:

Önce televizyon zamanımızı, sonra akıllı telefonlar çabamızı, internet aklımızı, düşünmemizi, algımızı aldı. Popüler kültür hiçbir şeyden zevk almayan, çabuk tüketen, çabuk sıkılan, kitapla hoşlaşmayan başını cep telefonundan kaldırıp karşısındaki insana bile bakamayan bir toplum yarattı. Evet, çok şey biliyor gibi görünen ama derinlemesine bilgisi olmayan…

Tüketim toplumu olduğumuz okuyan yazanın, kitapların değersizleştirildiği   tutum ya da politikalara hiç girmeyeceğim. Alberto Manguel cümlesiyle bu bölümü kapatalım. Şöyle aşağı yukarı: Böylesi bir çaba her dönem yapılıyorsa edebiyatın kendisinde var olan bir şey tehlikeli derecede etkili demektir. (2)                                                         

Buradan kendi okuma- yaşam pratiklerime rotamı çevirmek istiyorum, izninizle.    “Kelimelerin gücüne hep inandım. Yazının, kurmacanın büyük zamanı içinde birbirine akrabalık etmiş, el vermiş, yazarların izini bulmak; okumaksa benim için adrenalin. Edebiyatın kurduğu koşulsuz akrabalık ruhumu ısıtıyor, onları birbirine teyellemek, edebiyatın sadık terziliğini yapmaksa kanatlandırıyor. Bize bırakılan bu büyük hazinede kaybolup kaybolup bambaşka yollara yahut yine yeniden aynı yola çıkmak ne muazzam şey!” (4)

 Kitaplar elimizden tutar yaşadığınız dünyadan, zamandan, yerden çeker alır bambaşka yerlere, kişilere, kültürlere götürür. Dünyayı küçük eder, yakın eder, kardeş eder. Bizdeki beni çoğaltır, sağaltır, geliştirir çok başka yaparak yeniden kurgular. Kitap varsa tek hayatımız olmaz biden fazla hayat yaşama şansına erişiriz.

Kitaplara böylesi bağlılığım boşuna değildir. Onların yaşını düşünecek olursam benim kişisel tarihim denizde kum bile olamaz. Hepsi de benim önlerinde saygıyla eğileceğim bilgelerimdir…  Geriye dönüp baktığımda kitap ırmağının insanı nerelere taşıdığını bize neler ettiğini iyi bilenlerden biri sayılırım.

Anadolu’nun kısır bir ilçesinde, küçük bir çocukken o küçücük yerden bana dünyanın kapılarını açan, maceralara, hayallere sürükleyen; Demiryolu Çocukları, İki Sene Mektep Tatili, Arzın Merkezine Seyahat, Seksen Günde Devriâlem, Şeker Portakalı, Küçük Prens ve niceleri olmasaydı nasıl büyüyebilirdim? 

Ya hayat üstüme üstüme geldiğinde, haksızlığa uğradığımda, direncimi bir dal gibi “çıt” diye kırdığında İnce Memed’in umudu, pes etmezliği olmasaydı, nasıl dayanırdım.

Dostoyevski’yi tanımasaydım içe yolculuğumu kiminle yapardım. 

Steinbeck, Marquez olmasaydı odama kapanıp, başka ülkelere, çok uzaklara nasıl gidebilirdim.

Aşkı ikinci yeniyle, dürüstlüğü, dediğim dedikliği, haylazlığı Orhan Veli ile, okuduğum ustaları daha incelikli okumayı ve didik didik anlatmayı Zweig ile  öğrenecek, rol model alacaktım.

Aklımı kullanarak yazgımı değiştirebileceğimi Binbir Gece Masalları’ndaki Şehrazad gösterecekti.  

Mishima ile buram buram deniz kokusu alacak, dalgaların hışırtısını dinleyecek, rüzgârın kırbacıyla doğayı kükretmesine şahit olacak, Japon halkını, samuray geleneğine şaşıracak daha da merak edecektim.

Sefiller ile ekmeğin kıymetini anlayacak, yarısını çoktan geçtiğim hayatımın sorgulamalarımı Tatar Çölü’ndeki kalede, Drago ile nöbet tutarak yapacaktım. Kuşkusuz bu bölümü uzatıp, minik bir kitap yapabilirim. 

Sahi onlar olmasa ben ne yapardım, kim olurdum?    

Kütüphaneler otobiyografiktir, der Manguel (3)

Manguel kadar olmasa da kitaplığımın olduğu oda evimin en sevdiğim şenlikli ve mırıl mırıl konuşan yeridir. Üzgünsem onlara tutunurum, uykusuzluk çekiyorsam birkaç doz kitap sayfası alırım. Yalnızlık çektiğim anlarda onlara sığınır, sohbet ederim. 

Kitaplarıma bir şey olsa eminim Don Kişot gibi hezeyanlar içinde kalırım.

Kuşkusuz ki okuma ve yazma kardeştir. Benim içinse iki kıskanç sevgili de aynı zamanda. Yazma çok zaman alan iş ve raflarda kıpır kıpır bekleyen ve bana küsen, sitem eden, baştan çıkaran söylemlerde bulunan pek çok kitap var. Yazmak ise onları bir süre unutmam demek…

Hâl bu iken okuduklarımı paylaşmak, bulaştırmak gibi bir derdim de var. Bunun için farklı farklı şeyler yaptığım da… Okuma sevgisi bana çocuklukta bulaştırıldığı için çocukları ve gençleri daha çok önemsiyorum, okumaları şart!  Beğenilmek için bekleyen ne yapacağını şaşıran güzelim çocukları şöyle tavlamaya çalışıyorum mesela:

“Bak eğer beynini, ruhunu kitaplarla doldurursan hiç yaşlanmazsın ve 100 yaşında da olsan her girdiğin ortamda tüm dikkatleri üzerine çekersin.” Ve bunun kandırma değil gerçek olduğunu biliyorum.                                                                         Dergi okumayı daha çok seviyor gençlik; daha ulaşılır, taşınır ve kısa çünkü. Troya Sanat’ın gençlerin de kalbini tutacağından eminim. 

Bitiş cümlesi olsun: “Diodorus Sicukus MÖ 1.yüzyılda Mısır’ı ziyaret ettiğinde eski bir kütüphanenin kalıntılarına ait giriş noktasına oyularak yazılmış bir kitabe görmüştür: ‘Ruh Tedavi Merkezi’.(2)

Troya Sanat’ın şanslı okurlarıyla yazın birlikteliğinin uzun soluklu olmasını diliyorum.

 Kaynakça:

  1. Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir/ Sıddık Akbayır
  2.  Kütüphanemi Toplarken/ Alberto Manguel
  3. Geceleyin Kütüphane/ Alberto Manguel
  4.  Babamın Güzel Kitapları Vardı/ Hülya Duman
Picture of Hülya Duman

Hülya Duman

Tüm Yazıları