Uluslararası Anadili Günü, UNESCO tarafından 21 Şubat olarak belirlenmiş ve 1999 yılından beri kutlanıyor. Bu konuyla ilgili olarak İki Dil Bir Bavul (2008) adlı belgeseli sizlerle paylaşmak istedim.
Filmi vizyona girdiği tarihte 2009’da izlemiştim. O yıl yazdığım yazı da abece öğretmen dergisinde çıkmıştı. Ama tekrar baktığımda yazının o kadar düzeltilecek yeri vardı ki neredeyse yeniden yazdım.
Belgeselin dünyada ilk gösterimi Uluslararası Amsterdam Belgesel Film Festivali’nde, Türkiye’de ise 2009 yılında İstanbul Film Festivali’nde yapılır. Yılmaz Güney Jüri Özel Ödülü ve Sinema Yazarları Derneği Ödülünü Altın Koza Film Festivali’nde, En İyi İlk Film Ödülünü de Altın Portakal Film Festivali’nde alır. Zagreb ve Saraybosna’dan ödüllerle döner. Ortadoğu Film Festivali’nde de En İyi Ortadoğu Belgeseli seçilir.
Filmin iki genç yönetmeni Orhan Eskiköy İstanbul doğumlu, Özgür Doğan ise Varto doğumludur. Her ikisi de Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesini bitirirler. Filmin ilk nüvesi 2003 yılında oluşur. Doğuda öğretmenlik yapan bir arkadaşlarının anlattıkları Özgür Doğan’ın da yaşamış olduğu çocukluk anılarını canlandırır. Özgür Doğan Varto’da ilkokula başladığında Türkçe bilmiyordur, anadili Kürtçedir. Onun deneyimlerinden yola çıkarak bir senaryo oluşturur ve film çekmek için destek bulmaya çalışırlar. Yurtdışından buldukları desteklerle bu kez yer ve öğretmen aramaya başlarlar. 2007 yılının Eylül ayında aradıkları öğretmeni bulurlar. Daha önce Kaymakamlık ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gerekli izinleri aldıkları için öğretmen Emre Aydın onların teklifine çekinmeden “evet” der. Emre’nin tayininin çıktığı Urfa’nın Siverek İlçesi’nin Demirci Köyü’ne giderler, köy tam aradıkları gibidir ve film çekimleri başlar. Eylül 2007 ve Haziran 2008 arasında tam yedi kez gidip 75 gün köyde kalarak filmi gerçekleştirirler.
Peki, ne anlatıyor İki Dil Bir Bavul? Emre Aydın, Denizlili bir öğretmendir ve ilk tayini Demirci Köyü’ne çıkmıştır. Köy bir Kürt köyüdür ve okula yeni başlayan çocukların çoğu Türkçe bilmez. Emre birden panikler ayrıca beş sınıfı da birlikte okutmak zorundadır. Kendi coğrafyasından ve kendi kültüründen bambaşka farklı bir yere gelmiştir ve bir de dil sorunu yaşamaktadır (Bu bölgeye ilk atanan çoğu sınıf öğretmeninin yaşadığı gibi). Emre’nin ilk görev yeridir ve uzun yıllar bekledikten sonra atanabilmiştir ve onun için geri dönmek de zor kalmak da zordur. Öğrencileri okula getirmek için bile çok çaba sarf eder. Tek tek evleri dolaşarak çocukları ve aileleri ikna ederek onları okula toplar. Birinci sınıfın dışındaki çocuklar ve babalar iyi kötü Türkçe bilmektedirler. Emre’nin iletişim kurmasına yardımcı olurlar. Birinci sınıflar için tek yapabileceğinin Türkçe öğretmek olduğunu anlayan öğretmen diğer dersleri sonraya bırakır. Beş sınıfı birden aynı sınıfta okutmak ise oldukça zorlu bir süreçtir.
Yaşam koşulları zorludur. Onun deyimiyle köyde “hiçbir şey” yoktur. Evde su yoktur, elektrik sık sık kesilir. Dış dünya ile kurduğu bağlantı ise annesiyle yaptığı telefon konuşmalarıdır. Anne ile diyaloglarında sıkıntılıdır, bezgin ve bedbindir ama asla pes etmez.
Bir öğretim yılına aralıklarla tanık olurken, köyün yaşamına, ailelerin çocuklarıyla ilişkilerine, oyunlarına göz atarız. Kamera köyün içinde dolaşırken genellikle kapı dışlarından içerlere bakar, evlerin içine pek girmez. Sınıfta ise sabit kamera çekimleri yapılmış doğal olana hiç müdahale edilmemiş. Öğretmenin, öğrencilerin ve köylülerin doğallıkları kameraya oynamamaları filmin gücünü oluşturuyor. Film ekibinin uzaktan bakışı, olayların seyircinin gözü önünde gerçekleştiği izlenimini yaratıyor.
Kamera dört mevsimi camdan dışarı bakan öğretmenin gözünden ve yalnızlığıyla bize yansıtıyor. Burada kurgunun önemini vurgulamakta yarar var. Zaman zaman sınıftan dışarı çıkan kamera tam zamanında sınıfa dönüyor.
Çocuklara Türkçe öğretirken çaresiz kalarak bunalan Emre öğretmenin samimi tavırları, tek tek öğrencilere ilgisi ve onlara Denizli şivesiyle verdiği doğal yanıtlar insanın içini ısıtıyor. Kameranın köyün içinde gezerken yakaladığı enstantaneler ise seyirciyi gülümsetiyor. Yine sınıfta yaşanan karşılıklı dil bilmemekten kaynaklanan anekdotlar filmi sıcak kılıyor (özellikle Zülküf (kendi diliyle Zilkif) ve Rojda ile diyalogları).
İki Dil Bir Bavul ülkemizin önemli bir sorununu taraf olmadan anlatmayı başarıyor. Bunda da kullandığı gözlemci belgesel tekniğin önemli rolü var. Günümüzde çok rastlanılmayan bir teknik bu. Anlatıcı bir üst ses yok, röportajlar bulunmaz. Özgür Doğan Altyazı Dergisi’ne verdiği söyleşide “Biz belgesel sinema yapacaksak bu sinema asla konuşan kafalar veya üst ses içeren klasik belgesellere benzememeliydi. Konu itibariyle de hem Kürtlerin hem Türklerin küfretmeyeceği, durup düşüneceği bir film olmalıydı.” diyor ve bunda da başarılı oluyorlar. Bu yalın ve samimi film, büyük sözler söylemiyor ama soruna dair anlatacak çok şeyin olduğunu bize gösteriyor.
Aynı film ekibinin 2012 yılında çektiği Babamın Sesi yine toplumsal yaralarımızdan olan sorunları iddiasız ama etkileyici bir biçimde işliyor. Zeynel Doğan; Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy’e, İki Dil Bir Bavul‘un çekimleri sırasında ailesiyle ilgili bir ses kaseti dinletir ve gerçekleştirmek istediği bir projeden söz eder. İlk başta belgesel çekmeyi düşünen üç genç yönetmen daha sonra bu konuyu kurmaca bir filmde kullanmaya karar verirler. Özgür Doğan yapımcılığı üstlenir, Orhan Eskiköy senaryoyu yazar. Zeynel Doğan Orhan Eskiköy’le birlikte hem filmi yönetir hem de annesi ile birlikte oyunculuk yapar. Gerçek yaşamda olduğu gibi filmde de anne-oğlu birlikte canlandırırlar.
İki Dil Bir Bavul anadil sorununu samimi ve doğal bir biçimde gündeme getiriyordu, Babamın Sesi ise hem etnik hem de mezhepsel yaralarımıza parmak basıyor. Filmin ismi Babamın Sesi olsa da kadına odaklanan, ana ve eş olarak kadını anlatıyor. Kocanın ve oğlunun yokluğunda acı çeken, bekleyen, yaşamı boyunca hiç mutluluğu tadamamış bir kadını iç acıtıcı bir biçimde izliyoruz. Acı yüklü bir film ama seyirciyi gülümseten sahneleri de var.
Konuyu kısaca özetlemek isterim: Base (Resmi ismi Asiye) Elbistan’da yalnız yaşar. Oğlu Mehmet Diyarbakır’da karısıyla yaşamaktadır. Hem anneyi yanlarında kalmaya ikna etmek hem de annesinin sır gibi sakladığı, geçmişte babasının onlara yolladığı kasetleri almak için Elbistan’a baba evine gider. Kocanın yokluğunda iki oğlunun sorumluluğu omuzlarında olan Base’nin yaşamı acılar ve sıkıntılar içinde geçmiştir. Evinden uzakta çalışan kocası bir iş kazasında ölür, büyük oğlu Hasan “dağa” çıkar. Onun bu seçiminden de belli ki kendini suçlamaktadır. Tek arzusu Hasan’ın dönüp, evlenmesi ve normal bir hayat kurmasıdır. Kafası ve duyguları onunla o kadar doludur ki yanı başında çırpınan küçük oğlu Mehmet’in varlığını fark etmez gibidir. Babasının ve abisinin acılarının mirası Mehmet’in omuzlarındadır sanki.
Konu kısaca bu olsa da annenin her an Hasan’ı beklemesi, onunla tek taraflı telefon görüşmeleri, ona kadim Kürtçe deyimleri açıklaması, Mehmet’e Maraş katliamında yaşadıklarını anlatması, babanın kasetlerde çocukların eğitiminden Base’yi sorumlu tutması, etnik ve alevi kimliklerini açık etmemelerini söylemesi filmin söylemek istediklerini incelikli bir biçimde seyirciye ulaştırıyor ve Babamın Sesi‘nin özgün bir film olmasını sağlıyor. Adana Altın Koza’da “En İyi Film” ve “En İyi Senaryo” ödüllerini hak ederek almış. İlk yarısı anlaşılmaz gibi görünse de ikinci yarıda meselesine odaklanarak seyirciyi içine almayı başarıyor.
Günümüz dünyasında insanlık savaş ve yoksulluk içinde çırpınıyor. Bu durum en çok kadınları ve çocukları vuruyor. Kadınların acılarının dindiği, öldürülmediği bir dünya dileğiyle Dünya Kadınlar Günü’nüzü de kutluyorum.