İran’da son yaşananlardan sonra ilk aklıma gelen film Marjane Satrapi’nin 2007 yılında çektiği Persepolis oldu.
Marjane Satrapi 1969’da İran’da doğar. Humeyni öncesi dönemde komünist faaliyetlerde bulunan bir ailenin çocuğudur. Fransız okulunda eğitim alır ve Şah’ın düşüşüne, Humeyni rejimine ve İran-Irak Savaşı’na tanıklık eder. 1983’te 14 yaşında ailesi tarafından Viyana’ya gönderilir. Üniversite eğitimi için İran’a geri döner. Tahran Azad Üniversitesi Görsel İletişim Bölümü’nü bitirir. Daha sonra tekrar yurtdışına çıkan Satrapi şu an Paris’te yaşamaktadır.
Onun bu anlattığım yaşam öyküsü ilk filmi olan Persepolis‘in (2007) de öyküsünü oluşturur. Ailenin çağırdığı ismiyle “Marji” modern ve kültürlü bir ailenin çocuğudur. Şah’ın katı rejimi sırasında hapishanede olan büyük amca, İslam Devrimi ile özgürlüğüne kavuşur ama ailenin sorunları zamanla daha kötüleşecektir. Bu kez Devrim Muhafızlarının baskısı komünistlerin, kadınların ve çocukların üzerinde yoğun bir biçimde hissedilir. Bir de Irak Savaşı sırasında yaşanan zorluklar ve ailedeki kayıplar Marji’nin psikolojisini ağır biçimde etkiler. Sözünü esirgemeyen, isyankâr Marji’nin durumu ailesini endişelendirmektedir. Bu yönetimde zarar görebileceğini hisseden aile, onu eğitim görmek üzere Viyana’ya yollar. 14 yaşındaki Marji orada yalnızlığın ve yabancı olmanın zorluklarını derinden hisseder. Ergenlik döneminin getirdiği zorluklar ise cabasıdır. Özgürlük ortamı ve yaşadığı aşk onu bir başka uca savurur. Batı kültürü ona yabancıdır. O kültürü özümsemesi zordur ama özgürlüğün tadını çıkarma güdüsü, ergenlik döneminin uçlarda olan ruh hali, olumsuz aşk deneyimi ile birleşince Marji dibe vurur. Çaresiz ve hasta bir halde İran’a döner ama artık memleketinde de kendini yabancı hissedecektir. Doğduğu bu ülkede yaşamak ve okumak için çaba sarf eder. Ne yaparsa yapsın, baskıcı dini rejim bir birey olarak kadın kimliğini tanımayacaktır. O da tekrar Batı’ya sığınmak zorunda kalır.
Tüm sıkıntılı dönemlerinde ailesi her zaman onun yanındadır. En büyük desteği çok sevdiği anneannesinden görür. Yaşlı kadın torununa, deneyimlerinden yola çıkarak yaşanmışlıkların özünü taşıyan etkileyici tavsiyelerde bulunur. Marji yurt dışındayken anneannesini yasemin kokusu ile hatırlamaktadır. Film, güzel kokmak için koynuna yasemin çiçekleri koyan anneannenin yasemin çiçeklerinin uçuşmasıyla açılır. Hatta Marji’nin anneannesi ile söyleştiği her bölümde yasemin kokusu benim bile burnuma gelir gibi oldu.
Persepolis‘in tüm karakterleri çok sempatik. Özellikle anneanne ve Marji çok başarılı çizilmiş karakterler. Kendi çizgi romanından öz yaşam öyküsünü bu animasyona uyarlayan Satrapi oldukça gerçekçi ve dürüst bir film yapmış. Aslında anlatılan çocukluktan olgunluğa kadar bir kadının yaşamıdır. O kadının İran’da ve o ülkenin çalkantılı bir döneminde yaşamış olması filmin politik yönünü oluşturmuş. Marjane Satrapi bir söyleşisinde şöyle diyor: “Benim dinlerle bir problemim yok, din adına ya da herhangi bir ideoloji adına yapılanlarla problemim var. Ben ülkeme, İran’a bir yargıç gibi davranmadım, ülkem hakkında sosyolojik bir çalışma yapmış da değilim. Filmimi görenler, benim saldırgan değil hümanist bir iş çıkardığımı anlayacaklardır. Büyürken insanın aile, aşk gibi olgularla ilişkisinin nasıl değiştiği üzerine bir film yaptım. Ama bazıları çıkıp benim İran karşıtı olduğumu söylüyor; oysa filmimde düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün önemi vurgulanmakla birlikte, İran karşıtı bir mesaj yok. Ben kendi gördüğüm şekliyle olanları anlattım, yorumları yapmak ise filmimi seyredenlere düşecek.” Bu sözler filmin bakışını ve duruşunu anlatmaya yeterlidir sanırım. Siyah-Beyaz çizgilerle oluşturulmuş bir animasyon olan Persepolis, İran’ın çalkantılı bir dönemine tanıklık eden, politik göndermeleri ve insancıl öyküsüyle çok iyi bir film.
Marjane Satrapi, sonraki filmi Azrail’i Beklerken‘i de Persepolis gibi Vincent Parannaud ile birlikte hem yazmış hem de yönetmiş. Azrail’i Beklerken‘in kahramanı, İslam Devrimi’nde önce Tahran’da yaşayan ünlü kemancı Nasır Ali Khan’dır. Nasır Ali çok sevdiği kemanını karısının kasten kırması üzerine ölmeye karar verir, deyim yerindeyse “ölmeye yatar” ve sekiz gün sonra da ölür. Onun bu sekiz gün içinde geriye dönüşlerle yaşamını sorgulamasını izleriz. Ölmeye yattığı bu dönemde kâbuslar görür, eğitimi, ümitsiz aşkı, annesinin zoruyla yaptığı sevgisiz evliliği, annesi ve kardeşi ile yaşadıkları yani tüm yaşamı gözünün önünden geçer adeta. Tüm filmde özellikle de Azrail’le karşılaştığı bölümde yoğun ironik bir anlatım var. Geriye dönüşlerle Nasır Ali’nin geçmişini öğrenirken, ileriye sıçramalarla da çocuklarının gelecekte yaşadıklarını öğreniriz, abartılı bir anlatımı vardır bu bölümlerin. Özellikle devrim sonrası Amerika’ya kaçan ve orada evlenen oğlunun Amerikan sitkomlarını andıran abartılı görüntüleri bence filmin bütünlüğüne zarar verecek kadar komik düşmüş.
Masalsı bir atmosferi, animasyon ile kurmaca arasında gidip gelen bir görselliği olan filmin genel yapısı zaman zaman bana Amelie‘yi (Jean-Pierre Jeunet, 2001) anımsattı. Amelie‘nin kostüm tasarımlarını yapan Madeline Fontaine bu filmin de kostüm tasarımcısı.
Nasır Ali’yi canlandıran Mathieu Amalric, Kelebek ve Dalgıç (Julian Schnabel, 2007) filminde muhteşem bir oyunculuk çıkarıyordu. Burada daha farklı bir rolde ama yine çok başarılı.
Filmin orjinal ismi “Poulet aux Prunes” ve tam çevirisi “Erikli Tavuk”. Filmde Nasır Ali’nin karısı kendini affettirmek ve kocasını ölümden vazgeçirmek üzere, onun en sevdiği yemek olan “Erikli Tavuk” yapar. Film de ismini buradan alır. Ama karısının pişmanlığı ve çabaları Nasır Ali’yi yaşama döndürmeye yetmez.
Film bir Fransız yapımı ve oyuncuların çoğu Fransız. Tahran’da geçen bir filmin Fransızca olması, mekânların Paris’i andırması zaman zaman filme yabancılaşmama neden olsa da gülümseyerek izlediğim bir film oldu.