FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

İrfan Sayar’la bir söyleşi

İrfan Sayar’la bir söyleşi

“Bir balonu üfleyerek söndürebilir misin?”

İrfan Sayar 1951 Manisa doğumlu. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Dekoratif Sanatlar Bölümü, Sahne ve Görüntü Sanatları İhtisas Atölyesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken tanıştığı Oğuz Aral ile beraber GIRGIR Dergisi’nde çalıştı ve Porof Zihni Sinir tipini yarattı. Gırgır’dan sonra beş arkadaşı ile birlikte Mikrop dergisini çıkardı. Hıbır Dergisi’nin yöneticiliği, daha sonra arkadaşları S.Paçacı ve E. Gündüz ile “Hayal Mahsulleri Ofisi” şirketini kurarak Resimli Roman dergisini çıkardı.

Ben nedense, kendi kuşağımı eski ile yani arasında bir bağ olarak görürüm. Belki de her kuşak böyle bir misyon üstlenmiştir bilemem bunu. Bundan dolayı da anlatıcı olmayı seçtim galiba.

Yıllardır üniversite öğrencileriyle haşır neşirim. Otuz yılı çoktan geçmiş. Benim zamanımın bizi heyecanlandıran, besleyen özelliklerini bilmiyor gençlerin çoğu. Sanat kültür yaşamı başta olmak üzere politik yaşam, düşünsel dünya, mizah, edebiyat…

Birkaç yıl önce derste ilginç bir çalışma yapan bir öğrencime, “Zihni Sinir gibisin” dedim de, çocuk ne dediğimi anlamadığı gibi, “sinir” sözcüğüne takıldı. Üzüldüm. Anlatıncaya kadar göbeğim çatladı. Oysa benim gençlik dünyamın bir mizah yıldızıydı, bir fenomendi Zihni Sinir. Çok gülerdim. Yaratıcısı İrfan Sayar arkadaşımdır. Epeydir de çizgilerini görmüyorum. Biraz konuşalım dedim, konuştuk da. Ama daldan dala atlayıp, öyle bir kaptırdık ki kendimizi, ben konuşma bandımızı çözünceye kadar epey ter döktüm. Bu söyleşiden okurlarımızın da duymasını istediğim bölümleri süzerek aktarmalar yapacağım. En merak ettiğim ve üzerinde uzun uzun konuştuğumuz konu yaratıcılıktı. Bu yaratıcılığının nasıl geliştiğini sordum:

“Çocukken bir nesneyi alıp, biçimlendirip, hareketlendirip seslendiriyordum. Annem de, evdeki bazı eşyalarla yaratılar yaptığım için, “örtüyü düşürdün onu kırdın, bunu döktün” falan diye kızıyordu. Evdeki bu çalışmalar benim heykelle ilişkimi ortaya çıkardı. 

Aslında hemen eklemek isterim ki, Türkiye’de herkes heykelden adeta nefret ediyor. Ben heykelde bir fonksiyonellik aramaya başladım. Bu fonksiyonelliği sağlayabilirsem insanlar o nesne ile bir ilişki kurabilecekler diye düşündüm. İnsanlar nesnelerden nefret etmiyor sadece onların heykel olmasından nefret ediyor. Gerçekten de nesnelerde, heykellerde bir fonksiyonellik sağlayarak insanlarla arasında bir ilişki kurulabilir diye düşünüyordum.

Mesela annem bir bibloyu televizyonun üstündeki örtüye bir ağırlık nesnesi olarak koyuyordu. Örtünün düşmesini engellemek için yani. Tabii estetik yanı da hoş ama bence bu ağırlık fonksiyonu da önemli. “

Yani estetikle fonksiyon bir araya mı geldi diyorsun?

“Evet. İşte bu tür şeyler… Yaratıcılık deniyor, nasıl yaratıcı olacağız diye soruyorlar bana, ben de diyorum ki, insan denen şeyin tek özelliği bu. Diğer canlılardan ayıran tek özelliği insanın yaratıcı olması. Yaratıcı damarını kesersen zaten ölüp gidiyor. 

Bebeği doğurduğun andan itibaren bir şey yapman lazım, bir battaniye mesela. Bir örtü yani. Yoksa donar bebek… O örtünün de bebeğin başını taşıyor olması lazım. Düşün şimdi, başını taşıyamayan bir bebek var karşında. Mecbursun. Yaratmak zorundasın birşeyler. Bu özellik hepimizde var ama bu özelliğimiz gün geçtikçe köreliyor.”

Zihni Sinir’i bu düşünceyle mi yarattın?

“Zihni Sinir, size bir soru soruyor. 

Soru şu: Bir balonu üfleyerek söndürebilir misiniz?

Çözüm de şu: Bir balonun içine giriyorsunuz ve üflediğinizde balon sönüyor.

Böyle bakınca yani çok farklı bakış açılarıyla bakınca… Durum değişiyor.

Bir halterciyi örnek verelim. Mesela Zihni Sinir’de bir ağırlık nesnesini yukarıya doğru kaldıran bir insanı görüyoruz. Kolları, pazuları… Burada tabii herşey göreceli. Bizim yukarıya doğru dediğimiz şey nereye, neye göre yukarıya? Bizim yaratıcı olabilmemiz için uzaydan da bakmamız gerekir.

Zihni dünyayı şöyle seyrediyor. Diyor ki, bu ağırlık nesnesi ile yerküre arasına bir halterci  giriyor ve bu ağırlık nesnesine tutunarak  ayaklarıyla yer küreyi itmeye çalışıyor. Bu hareketi yaptığında, elbette daha hafif olan ağırlık nesnesi hareket ediyor ve biz de bunu, aslında o nesneyi, tabii yer küre üzerinden seyrettiğimiz için, onu kaldırıyor zannediyoruz. Halbuki bu, haltercinin bir ayak sporu.”

Hakikaten, hayata farklı açılardan bakabilmek zor aslında, alışık olmadığımız bir durum.

“Evet. Başka bir örnek de şu mesela; babam çiftçiydi benim, yazları köye gidiyorduk ailece. Telden arabalar yapardım. Köydeki malzemelerle, mesela lokum kasalarından nesneler, vinçler, tavuk tüylerinden fırıldaklar falan… Acaip şeyler yapıyordum.

Ya da, bakkaldan birşey almak gerekiyor mesela, ama ben hep telden araba ile gitmek istiyorum. Birkaç kere yollardı annem beni bakkala. Bir gün, en son birşey unutulmuş yine, baharattı galiba, yolladı annem beni tekrar bakkala. Ben de, eğer telden arabam ile gidersem alırım dedim. Çünkü, telden araba ile gidince yorulmadığımı farketmiştim. 

O zamanlarda, acaba kestirme yol hangisi diye düşünürdüm. Okula giderken mesela… Daha uzun bir yol da olabilir ama eğlenceli bir yolsa o, daha kısa sürede gittiğinizi sanabilirsiniz ve rahatsız olmazsınız. Oradan da gidilebilir.  Bütün bunları düşünerek böyle yaşayarak yaratıcılığımızı geliştirebiliriz diye söylüyorum bunları.”

GIRGIR Dergisi’ndeki serüvenden söz etsen biraz. Nasıl çalışırdınız? Hiç kaçırmadan okurduk dergiyi ve bazı şeyleri anımsadıkça hala gülerim. Sanki tüm çizerler birer yaratıcıydı. Ve Gırgır okumak devrimci bir eylemdi bizim için.

“ GIRGIR’ı hep sabahlayarak yapardık. Halbuki haftalık bir dergi. Günlere bölseniz, birer saat çalışsanız biter. Şahane de olur. “Neden böyle yapmıyorsunuz, hasta olacaksınız” falan diyor bazıları. Ama yooo. Öyle olmayınca olmuyor. Sabahlamayınca güzel espri bulamıyorsun. Bu mizah, başka türlü çıkmaz ki.

Mizah dergisi olunca çok saçma birşey bulmanız lazım. Mesela bir ayakkabı bağcığının kenarı hakkında iki saat düşünmeniz gerekiyor. Gerçek hayatta böyle bir şeyi birisi farkederse, sizi kesin akıl hastası olarak değerlendirir. O yüzden gerçek hayattaki herşeyin kapanması lazım. Noterler kapanacak, karşımızdaki bakkal dükkanı kepengini indirecek, patates soğancı geçmeyecek, yani gerçek hayatla bütün bağlantıların koptuğu andan itibaren anlıyorsun ki dünya sana ait artık. Herkes yere paralel hale gelmiş…”

Tübitak’ın yeniliklere açık olduğu dönemlerde, oldukça radikal bir kararla basılan Zihni Sinir kitabı çok ilgi görüyor. Televizyon, dergiler, projeler. Bu süreç içinde İrfan, Zihni Sinir’i iki boyutluluktan çıkararak objeler de üretmeye başlıyor. “Ayakkabı fırçasından radyo”, ters tarafa yürüyen takunya”  gibi sürprizli nesneler düşünmeye başlıyor.Taksim’de açtığı Zihni Sinir dükkanından aldığım kaşık biçimli bir su ısıtıcısı hala durur evimde. İrfan bu süreç içinde üniversitelerde konferans ve söyleşilere de katılıyor. Dünyayı felsefi anlamda da sorguladığı bu dönemi anlatırken trafik konusundaki görüşleri ilgimi çekti. Hiç böyle bakmamıştım trafik sorununa doğrusu:


“ Düşün, biz henüz trafik meselesini bile çözememişiz. Kimse ilgilenmemiş bu konuyla. Anlatayım. Ben okulda, bir şeyi öğrenirken beynimde bir çekmece açıyor, bu bilgiyi hangi çekmeceye yerleştireyim diye düşünüyordum. Bu alışkanlığımı farketmiyordum elbette, sonradan anladım. Trafik  konusu da böyle. Trafiğin başka bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Nefes alma verme trafiği mesela… Konuşma trafiği… İnsanlar birbirine bilgi aktarırken bir trafiğe uymazlarsa karışıklık olur, laflar gürültü içerisinde kaybolan bilgiler haline dönüşebilir. Dolayısıyla trafik, herşey için geçerli. Mesela, şu anda bu salonda bir yangın olsa, buradan bir çıkış trafiğinin olması lazım. Kimler önce, hangi kapılardan çıkacak gibi…

Biz trafik sözcüğünü kullandığımız andan itibaren otomobiller geliyor aklımıza, kazalar falan… Dolayısıyla derdimizi kolay anlatamaz hale geliyoruz. Çünkü eğer bu, ulaşım araçları trafiğiyse, onun da alt kategorisi olan kara araçlarının trafiği geliyor akla. Hatta demiryolu trafiği bile bizi ilgilendirmiyor. Böyle olunca da elbette trafik ışığına alışmamız zor olabiliyor. Ülkemize önce otomobil geldi, biz trafik sözcüğüyle sonra karşılaştık. İkisi arasındaki bağlantıyı kurmak epey zaman aldı filan…”

İrfan’la konuşmak gerçekten de çok keyifli. Biraz mizah, biraz felsefe, biraz politika, öğrencilik yıllarımız… O, dünyaya tersinden bakıyor gibi. Zihni Sinir’i incelediğinizde İrfan’ın alışılmadık bakış açısını ama beraberinde sonuna kadar zorlanmış teknolojiyi görüyorsunuz. Ben yaratılarında, ezber bozan, alışılmamış bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Gençlik yıllarımıza da aynı ters köşeden bakıyor. “Sözel olanın çadır geleneği” olduğunu bu nedenle de kentler kuramadığımızı  söylüyor:

Kent dediğimiz şeyi beton sanıyoruz. Yani çadırı betondan yaparsak bu bir bina olur zannediyoruz. Demokrasiyi de böyle anlıyoruz. Hippiliği de öyle anladık zaten. Avrupa o sırada yerleşik düzeni öyle kökleştirmiş ki, kımıldayamıyor insan. Gençlik isyan ediyor, “lanet olsun bütün bu düzene. Kozmosa karşı kaotik bir hareket oluşturalım” diye yola çıkıyorlar. 68’li yılların karşı çıkışları çok anlamlı gerçekten ama bize yansıması acaip oldu. Ayaklarımızda basma donlarımız vardı. Hippiler de basma don giyiyor ya. “Aaa, aynı kulvarda koşuyoruz” sandık kendimizi. Biz kendimizi dünyanın en önemlisi diye lanse ediyoruz, hiç arası yok bu işin. Cesaretliyiz tabii bu güzel. Ama cesaret tek başına bir işe yaramıyor, sadece bir katalizör.

Bugünkü, teknoloji ve yaratıcılık için neler söylemek istersin?

“Mesela cep telefonu teknolojisi. Bir geldi tam geldi. Yazı, madde falan derken, o teknolojinin getirdiği olanaklar üzerinden cümleleri kuramaya kuramaya, imojilerle iyice de dilsizleşerek uçurumlara doğru sürüklenir hale geldik. Evet  insan ile teknoloji arasında bir paradoks var. Teknoloji olmadan yaşayamıyor insan. Donmaması için bebeği örtmemiz gerekiyor, bu basit bir örnek. Mahkumuz teknolojiye. Ama çekici elimize vurduğumuz anda teknolojiden nefret eder hale geliyoruz. Ayakkabımızın tabanını çakmak için bile ona ihtiyaç var oysa ki.

Alet yaratacağız ama bunu kullanmayı bileceğiz. Otomobilin varsa ona hakim olabilmen gerek. Teknoloji insanın emrinde olmalı. İnsan teknolojinin değil.”

Mizahın işlevi nedir sence? Bugün ve dün arasında nasıl bir fark görüyorsun?

Güldürmek için en kolay yoldur mizah. Bugün eğer, açık saçık yazma ve çizme cesaretini gösterirsen mizah yapmış gibi oluyorsun. Böylece, mizahın kendi dili ve estetik yok oluyor. Artık küfür falan kullanılabilir hale geldi. Üstelik de bunların çoğu tercüme. Düşen adama gülme esprisi ne kadar bayat ve ilkelse,  durup dururken bir küfür basılması da komik olmuyor elbette ki.

Bu alanda iki ayrı uç halindeyiz. Toplayamadık bir türlü. Şehrin detayları, insanlar arasındaki ilişkilerde ince ve psikolojik konular falan mesela, karikatüre  yansımıyor artık. Daha sosyolojik bir pencereden bakabilirsin dünyaya mizah yoluyla. Karikatür algı da yaratabilir. Mesela Kızkulesini görsen karikatürde, -çok da çizilmiştir aslında- onu filmde, resimde, karikatürde, fotoğrafta görüyor ve kent ile bütünleştirerek algılayabiliyorsun. 

Gerçi, farklı uçlar her alanda çıkıyor karşımıza. Edebiyatçılar polisiye romanı edebiyattan saymıyor. Bizim Akademi’de soyutçularla somutçular arasında süregelen bir kavga vardı. Ne kadar saçmaymış bu. Şimdi daha iyi anlıyorsun. Sergi karikatüristleri ile dergi karikatüristleri çatışır. “Yazısız karikatür mü olur” der bazıları. Benim Gırgır’da çizmem bazı hocalarımı rahatsız etti mesela. “Gel buraya İrfan, bırak Gırgır’ı burada sanat yap” diyorlar, ben diğer tarafa gidiyorum, Oğuz abi, “gidip ne yapacaksın o eskimişlerin arasında” diyor. Böyle tuhaf bir çatışma, ayrışma işte. Bugün mizah dili, Gırgır dilinden çok farklı. Ama Gezi’deki mizah dili yaratıcı ve çok iyiydi…”

İrfan Sayar ile yıllar sonra sanal ortamda da olsa karşı karşıya geçip konuşmak iyiydi ama farkına varmadan uzatmış da uzatmışız. Bazı konuları alamadım söyleşiye. Aslında asıl amacım başta da belirttiğim gibi, gençler tarafından ne yazık ki bilinmeyen Porof Zihni Sinir’i ve onu yaratan aklı tanıtmaktı. Bir tutam bal tadında oldu söyleşi. Sevgili İrfan çalışmalarında başarılar dilerim sana. Bize dünyaya ters taraftan bakmayı hatırlattığın için de ayrıca teşekkür.