İçi bir hoş oldu. Tahterevalli döngüsü gibi, bir aşağı bir yukarı. Gerilmiş midesinde bir duvardan bir duvara nakkareler çalıyordu. Oturduğu yerde cenin pozisyonunda sığabileceği kadar bir alan vardı. Etrafında başka pozisyonda oturabilen de yoktu zaten. Böylece başını iki dizinin üzerine koyup kolaylıkla uyuyabiliyordu. Çocuklar en rahatıydı, anne koynunda geniş geniş yatabiliyorlardı, yemekse dudaklarının arasındaydı, istediklerinde minik iki damak hareketiyle yemeklerine ulaşabiliyorlardı, olmadı küçük bir sızlanma sesi yeterdi. Sessiz olunma zorunluluğu nedeniyle memeler ve emzikler çocukların ağzında tutuluyordu, çiş ve kaka açısından sorun olsa da sessizlik için en kolayı buydu. Kakayı avuca alınmış bir miktar deniz suyu ile silmek mümkündü, açık denizde kokunun bir önemi olmuyordu, deniz soğuk olmasa belden aşağısını suya sokup yıkayabilirlerdi. Ama bu mevsimde Ege’de sular hep soğuk olurmuş. Bottan düşüp kurtulanlardan duymuşlardı. Ülkelerinin denize kıyısı azdı ve daha önce hiç görmemişti. Bildiği, gündüzleri mavi olduğu, geceleri ise kopkoyu mavi ama ışıldadığıydı. Ona en tanıdık renk sarıydı, sönük çöl kumu sarısı. Bu yüzden kadınlar ışıltılı rengarenk giyerdi.
Bu kadar derin bir sessizliğe alışkın değildi, darbukalar, zılgıtlar, tüfeklerle büyümüştü. Ülkesinin sarı ve metal grisi değişmezdi. Hayatta kalmasına engel olmasa iki renkli bir hayatı da sürdürebilirdi, derin kopkoyu maviyi görmek zorunda kalacağını düşünmemişti. Görücü usulü evliliğin gerdek gecesi gibi heyecanlı, umutlu bir tedirginlik hissediyordu ama derin mavidense beyazı tercih ederdi. Çıkacakları adanın evlerinin ve taşlarının gelinlik gibi beyaz olduğunu duymuştu. Pencerelerin mavi pervazları varmış, beyaz ve mavi birlikte çok güzelmiş, sarı ve griden daha güzel. Ülkesindeyse mavi, akreplere karşı korunmak için kullanılırdı oysa.
Sessiz yolculuğunun daha ne kadar süreceğini bilmediği gibi, adımını karaya atacak kadar şanslı olursa ne zaman bir parça ekmek yiyeceğini de bilmiyordu. Yüzmeyi de bilmiyordu, bu yüzden en ufak bir sorunda karnının guruldamasının da bir önemi olmayacaktı. Yeter ki o ilk adımı atsındı. Umudun hastalıklı bir duygu olduğunu da bilmiyordu, bunun için tüfekler arasında büyümemiş olması gerekirdi. Karşısındaki bebek oğlu olmasa, emziren bir annenin yüzünün şu karanlıkta bile ışıldadığını bilemeyecekti. Sessizliği, derin maviyi bilemeyecekti. Oğlu sarı ve griyi bilmesin, yeter ki hayatta kalsın, maviyi beyazla görsün, doysun, soğuk denizlere keyfince girsin yeterdi. Sabaha karşı ilk adım atılırken oğlu annesinin kucağındaydı. Oğlu maviyi beyazla görecekti, doyacaktı, yüzmeyi bilecekti, midesinde nakkareler çalmadan yolculuk yapacaktı. O ilk adımla annesinin yüzündeki ışıltı, memelerinden oğlunun gözlerine yerleşti.