Cemile Çakır
Bizim ailenin İstanbul’da olan kısmı ile yılbaşını birlikte kutlamayı gelenek haline getirdik. Kutlama dediğin de çekiliş yapıp hediye almak, birlikte yemek v.b. Bu yıl da bu geleneği sürdürmek için 2011’den sonra yalnızca yaz mevsiminde, 2020 yılından bu yana ise yaz kış yaşadığım Dikili’den İstanbul’a yola çıktım.
İstanbul benim “ne seninle ne de sensiz” aşkım. 1975 yılında üniversite eğitimi için geldiğim, sokaklarında yürüdüğüm, slogan attığım, hapishanesinden yattığım, gecekondu mahallelerinde yaşadığım, kenar mahallelerini, sahaflarını, yayınevlerini tanıdığım, sokaklarındaki yalnız ağaçlarıyla kendi yalnızlığımı özdeşleştirdiğim şehir. Ne kadar uzakta olsursam olayım, ne kadar aşırı betonlaşmasına, çirkinleşmesine kızarsan kızayım, her zaman içimde bir parçasını taşıdığım şehir. Bazı arkadaşlarım “İstanbul dünyanın en güzel şehri” derken, “aynı zamanda en çirkin şehridir de” demekten kendimi alamadığım insan yutan o koca dev.
İnsan bir şehre dönerken biraz da oradaki anılarına, dostlarına döner. Benim için de öyle oldu. 27 Aralık Cuma günü saat 12’de bindiğim otobüs ancak saat 22.30’da vardı Alibeyköy Otogarı’na.
Alibeyköy… Ben İstanbul’a ilk geldiğimde Eyüp Silahtarağa’da bir gecekonduda kalmıştım. Akrabalarımın çoğu da Alibeyköy’de gecekondu yapmışlardı kendilerine; tek katlı, bahçesinde karalahanaların ekili ve mutlaka bir ağacın olduğu derme çatma evler. Ama benim gittiğim ev gecekondu değildi. Amerika’da altı buçuk yıl kaldıktan sonra 2005 yılı Ocak ayında döndüğümde elimde olan son kuruşuma kadar verdiğim, bir merdiven yukarı çıktıktan sonra bir merdiven aşağı inilen zemin katta bir dairenin olduğu evdi. Ben o evde 6 yıl kaldım. Daha eve yeni yeni yerleşiyordum ki parkinson, yüksek tansiyon, demans ve böbrek yetmezliği olan annemi kardeşim Amerika’dan Türkiye’ye gönderdi. Giresun’da ablamla kalırken diyalize gitmek çok büyük sorun olunca annemi İstanbul’a benim eve getirdik. İlk üç ay kapıcının eşi anneme bakmıştı ben de Birgün gazetesinin dışhaberler servisinde çalışmıştım. O dönemde kapıcının eşi gündüz annemle kalıyor, gece ise ben bakıyordum. Cezaevinde kaldığım süre içinde neden olduğum acıları için suçluluk duyduğum annem, güzel annem yarım saatte bir bana sesleniyordu ve ben bazı geceler hiç uyumadan ertersi gün işe gidiyordum. Ayık kalmak için günde beş kupa kahve içtiğimi hatırlıyorum. Ama orada ben ayakta kalmak için çabalarken erkek şefimin egosuna tosladım ve işten atıldım. Bu olayın beni ne kadar üzdünü anlatamam. Sonuçta ben çok zor durumdaydım, solcu gazetede çalışıyordum, onların bana sahip çıkacaklarını umuyordum ama onlar benden yana değil, egosu yüksek erkek şefimden yana tavır aldılar. Ben de o zaman kardeşlerle konuştum, onlar işin maddi yönünü üstleneceklerdi, ben de anneme bakacaktım. Yaklaşık altı yıl sürdü bu. Bu arada abim kendi evini satıp benim iki üst katımdaki daireyi satın aldı. Annem 2010 yılı Ekim ayında vefat edince ben bir daha o eve giremedim, o daireyi sattım ve şimdi yaşadığım Dikili’deki evi aldım.
Şimdi İstanbul’a döndüğümde annemle birlikte yaşadığım, bir dönem yöneticiliğini de yaptığım apartmana dönüyordum. Komşularımın bazıları gitmiş, kimi ölmüş, ödevlerine yardım ettiğim çocuklar büyümüşler, üniversite bitirmişlerdi.
İnsanın ailesine dönmesi, aynı zamanda çocukluğuna dönmesidir de. Abim, yengem, onların çocukları ve torunlarıyla olmak, içimdeki sevginin karşılığını gözlerinde okumak benim için bir mutluluktan başka ne anlamı olabilirdi ki?
Ertesi gün Metris’ten tanıdığım, amca kızlarıyla Erzurum Kız Lisesi’nden arkadaş olduğum, bir karne tatilinde köylerine gittiğim Mukaddes Erdoğdu Çelik ile buluştuk. Onunla kitaplardan konuştuk. O Roboski basın açıklamasına gitti ben ise Aslıhan Pasajı’a. Zühtü Bayar’ın Sahte Uygarlık kitabı ile üzerinde çalıştığım Ulysses kitabının yazarı James Joyce’un diğer kitapları ve Nevzat Erkmen’den sonra Ulysses’i çeviren Fuat Sevimay’ın Kapalıçarşı romanını bulma çabam. Aslıhan pasajında sahafların sayısı eskiden bildiğimin yarısına inmişti neredeyse. Nedeninin ise kiraların aşırı pahalı olması ve kitap alanların sayısındaki düşüş olduğunu söyledi sahaf Mine Hanım. Sonunda ben elimde kitaplarla döndüm abimin evine.
Pazar gününü geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Mukadder Cankoçak’ın ablasını görmeye gittim. Kendimi suçlu hissediyordum. Mukadder ölmüş ama ben Ümide’yi arayamamıştım. Ne diyeceğimi, nasıl konuşacağımı bilemiyordum çünkü. Ümide’nin de çok yakın olduğu kızkardeşini kaybedince sağlığı bozulmuştu. Ümide bana Mukadder’in bir kolyesini hatıra oldun diye verdi. O kolyeyi ne zaman takacak olsam gözlerim doluyor.
Ertesi gün, pazartesi beş arkadaş, Eminönü’nde İstanbul Kitapçısı ve Kahve Dünyası’nda buluştuk. Eminönü İstanbul’un kalbi gibiydi eskiden, bütün yollar oradan geçer, Ada vapurları, Sirkeci Harem arabalı vapur… Şimdi kalbe bypass yapılmış sanki. Her zaman kalabalık olan Mahmutpaşa ve Mısırçarşı’sını biraz tenha buldum. Kalabalık nedeniyle Mısırçarşısı’nın Haliç tarafındaki kapısının önünden geçemezken şimdi şaşkınlıkla bakakaldım. Hele Mahmutpaşa’da dükkanların önündeki çalışan sayısı alışverişe gelenlerden daha çoktu bu kez. Ben yine ip almak ve biraz da havasını koklamak için Kürkçü Han’a gittim. Geçen gittiğimde Mahmutpaşa’ya açılan kapısından geçemezken şimdi tenhaydı. “Ekonomik kriz bu olmalı” dedim kendi kendime.
Su geçirmez diye aldığım ayakkabım su geçirince yeğenlerim beni Salı günü alışveriş merkezine sürüklediler. Zorla bana giysiler aldılar. Herkese böyle yeğenler diliyorum. O akşam yeni yıl kutlaması. Biz, abim, yengem, oğulları, gelinleri ve torunları bir de ablamın torunu biraraya geldik. Her yıl olduğu gibi bu yıl da hediye çekilişi yaptık. Yemekler, hediyeleşmeler derken 2024 bitti, 2025 havai fişeklerle geldi ve biz havai fişeklerin kuşların ölümüne neden olduğunu konuştuk.
Ertesi gün geç kalktık herkes gibi. Annem hastayken, bana annemi yıkamada yardımcı olan komşuma, halamın torununa gittim. Onunla hastalıklardan, ağrılardan ve çocukların alışkanlıklarından konuştuk. Ben evi satın aldığım yıl doğan kızı şimdi üniversitede okuyor ve çoğu gençler gibi annesinin pişirdiği sağlıklı yemekler yerine dışarıdan ısmarladığı yemekleri yiyor. Kocaman bir sorun! Hem fabrikada çalışıp hem de inanılmaz bir mücadeleyle çocuklarını büyütürken, evlerini tertemiz tutup üç öğün yemek hazırlamayı aksatmayan annenin kızı odasını temizlemekten aciz, değil yemek pişirmek, annesinin yemeklerini beğenmeyip dışardan fast food ısmarlayıp, onlarla beslenmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Perşembe günü ise yolu metristen geçen bazı kadın arkadaşlarla buluştuk. Hayatımızın en sancılı ama dayanışmanın en sağlam olduğu dönemimizden bugüne gelen dostluklar. Bir arkadaşın aktardığı anektod çok çarpıcıydı. Bir sosyal medya hesabında koğuşta çekilmiş bir fotoğraf paylaşımının altına bir arkadaş “ne güzel günlerdi” diye yazmıştı. Oysa o günlerde biz sık sık “operasyon”larla yüz yüze geliyorduk, koğuştan arama gerekçesiyle zorla, dayakla havalandırmaya atılıyorduk, sonra yine dayakla içeri alınıyorduk. Hatta bir keresinde bütün eşyalarımız paramparça edilmiş, yataklarımızın pamukları ortaya saçılmış, üzerine sıvı yağlar boşaltılmış, iççamaşırlarımız asker süngüleriyle parçalanmış, fotoğraflarımız yırtılmıştı. Durum o kadar korkunçtu ki, bayılan olursa diye kapıda askerlerin yanında doktorlar da bekliyordu. Bizse pamukları bir kenara itip halay çekip türküler söylemiştik. Elbette, o günlerin güzel yanları vardı, hem de çok güzel: dayanışma ve dostluk.
Sonra ikinci grup katıldı bize, bu kez erkekler. Devrimci mücadelede destanlaşmış, bölgesinde efsane olmuş, gördüğü işkencelerde adını bile söylememiş, askıda kalmaktan elleri tutmaz olmuş bir arkadaşın anısına kitap yapmak önerisiyle gelmişlerdi. Benim için de çok özel yeri olan bu arkadaşın kitabını hazırlamanın bana düşeceğini aklımdan bile geçirmemiştim.
O gece arkadaşlardan birinin evinde kaldım. Annesi ileri derecede alzheimerdi. İki kız kardeş annelerine zorla yemek yediriyorlar, annelerini ayakta tutmak, yaşatmak için olağanüstü çaba gösteriyorlardı. Ben de uzun yıllar anneme tek başıma bakmış biri olarak, “her kadının bir kızı olmalı” dedim ama kendi açımdan benim kızlarım kapının önünde miyavlamaktan, sevmem için başlarını uzatmaktan başka bir şey yapamazlardı ki.
Cuma günü hala oğlu ziyareti ve onun kolon kanseri tedavisi gören kayınpederi ve ona refakat eden kayınvalidesiyle kısacık görüşmeden sonra Kırkızıkedi Pera’daki etkinliğe gittim. Zehra İpşiroğlu’nun “Hatırlayamadıklarımız” adlı romanını öğrencisi Eylem Ejder ve onun öğrencisi üç genç kızın kitaptan seçtikleri bölümleri okumalarıyla gerçekleşen “Yazarla Söyleşi ve Romandan Okumalar”dı bu. WhatsApp grubunda paylaşılan duyurunun altına geleceğimiz yazmıştım. Öyle koşturmuşum ki oraya vardığımda saç tellerimden ayakparmaklarımın ucuna kadar sırılsıklam ter içinderdim. Her ne kadar WhatsApp grubu ve dergiden tanıyor olsam da emin olmak için çalışanlara Zehra Hanım’ı sordum. Hemen karşımda birileriyle sohbet ediyordu. Kendimi tanıttım. Tijen Savaşkan da oradaydı. Yan yana oturduk onunla. Sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi.
Hatırlayamadıklarımız çocuk istismarı üzerine yazılmış bir kitap. Gelenlerin çoğu da kadındı. Elbette bu konuda herkesin sözü vardı. Babasının tecavüz ettiği kadının cesaretle ortaya çıkıp başından geçenleri anlatabilmesi, etkinlikte kitaptan bölümler okuyan genç kızın komşusunun tacizine uğraması… Unicef’in verilerine göre her beş kız çocuğundan biri tacize uğruyor ve faillerin çoğu aileden biri. Zehra Hanım, bunun arkasında yatanın ataerkil düzen olduğunu söyledi. Benim bu düşünceyi desteklemek için B. Malinowksi’nin Melanezyalı yerlilerde çocukluktan itibaren iki cinsin yan yana büyümeleri, hatta ergenlikte cinsel deneyimleri için evler inşa edilmesi sonucunda o toplumda kadına ve çocuğa yönelik istismar vakalarına rastlanmaması örneğime Eylem Ejder kuşkuyla yaklaştı. Ona göre olmuştur ama yazan erkek olduğundan görmezden gelmiştir. Çerkez bir kadın kendi toplumlarında “asla böyle bir şey olmadığını” söylemesine Ejder’in tepkisi asla “asla olmaz” dememek gerektiğiydi. O da asla olmaz denilen bir ailede büyümüş ama o da tacize maruz kalmıştı.
Etkinlik bittiğinde Zehra İpşiroğlu, Tijen Savaşkan ve ben fotoğraf çektirdik. Vaktim olmadığı için sohbet kısmına kalamamak beni çok üzdü. Bir başka sefere diyelim dedim artık.
Artık son günüm Cumartesi gelmişti. O gün Erzurum Kız Liseli arkadaşlarla buluşacaktık. Bu kez bir arkadaşımız annesine baktığı ve onu yalnız bırakamayacağı için onun evinde buluşmaya karar verdik. Bizim için en güzeli kansere yenik düşen arkadaşımızın kızının gelmiş olmasıydı. Bir de işi yoğun olduğu için toplantılara gelemeyen bir arkadaşımız da aramızdaydı. Yatılı okuyanlar bilir, günün yirmi dört saatini birlikte geçirmek, birlikte büyümek olağanustü sağlam dostlukların oluşmasını sağlar. Birbirimizin izini kaybettikten yıllar sonra Facebook sayesinde yeniden birbirimizi bulduğumuzda sanki hiç ayrılmamıştık. Heyecanla sarıldık birbirimize ve zaman zaman buluştuk. Evde toplanmanın güzel yanı arkadaşların bütün becerilerini ortaya dökmesiyle oluşan o zengin sofra… Lisede matematik öğretmenimiz, ideal öğretmen nasıl olunurun canlı örneği Aysel Günemre’nin izini de bulmuş, onu da toplantılarımıza davet etmeye başlamıştık ama son üç yıldır telefonlara yanıt veremiyordu. Bu buluşmamızda yine sosyal medya imdadımıza yetişti. Face’de onun arkadaş listesinden soyadı aynı olan birine mesaj yazdım. Oğluymuş, o anda annesinin yanındaymış, şimdi 87 yaşında olan öğretmenimiz artık telefonu parmaklarıyla hareket ettirip açamıyormuş. Oğluna görüntülü görüşmemiz mümkün mü diye sorduk, o da bizi aradı. Biz de, öğretmenimiz de çok sevinçliydik.
Sonunda ayrılma zamanı geldi. Ben abimin evine döndüm. Valizimi hazırlama zamanı gelmişti. Bir valizle gitmiştim ama köyden bana gelen balkabağı, fındık, tereyağı, çökelek, ablamın fabrikaya kabuklu verip içfındık olarak aldığı dört paket… Valizimi giysilerim, kitaplar ve aldığım hediyelerle doldurmuştum, köy ürünlerini de bir çuvala doldurduk. Pazar gününün ilk saatlerinde, saat 00.25’te Alibeyköy Otogarı’ndan otobüse bindiğimde yüreğim iyice kabarmıştı.
Yüreğim yoksul, ağrılarım nedeniyle biraz kırgın gittiğim İstanbul’dan gerek duyguların gerekse de köy ürünlerinin zenginliğiyle döndüm Dikili’ye. O günlerde heyecandan olsa gerek, yürümemi engelleyen bacak ağrılarım kendisini bana duyurmamıştı ama geri döner dönmez kapımı çaldı. Olsun. Her şeyle başeden bizler ağrılarla da başetmenin yolunu buluruz, yeter ki dostlukları, arkadaşları, dayanışmayı yanıbaşımızda bulalım.



