İstanbul’un bende 40 yıl hatırası vardır. İlkokula orada başladım, D.G.S. Akademisi İstanbul’da idi. Neyse ki, üniversite yaşım geldi (araya 9 yıl Ankara girmişti) tekrar İstanbuluma kavuştum. İstanbul’u ve mesleğimi hiç bırakmayacağımı düşünerek geçen onlarca yıl… Sonunda hiç beklenmedik bir anda, beklenmedik bir nedenle kendimi İstanbul dışında buldum. 2005’lerden bu yana İstanbul benim için eski bir sevgili gibi. Hatırası kuvvetli, özlemi büyük ama bir araya gelince de geçinemiyoruz bir türlü. Ayrıca, orada -kimi İstanbul’dan, kimi bu dünyadan göçerek- sayıları azalsa da çok değerli dostlarım ve kızım var. Bu dost evlerde ve onlarla birlikte geçirdiğim bir hafta – on beş gün bana hep çok iyi gelir. Bu ziyaretin her anını yeniden keşfedercesine değerlendirmeye çabalarım. Özellikle kültür ve sanat alanında o kadar çok yeni ve yenilenen yer var ki, daha hepsini hakkıyla keşfedemedim bile. İstanbul bütün keşmekeşine karşın, son yıllarda bu yanıyla beni cezbediyor, eski sevgili bana bu yolla kur yapıyor.
Gelelim geçirdiğim son haftaya. Önce, geçen sayıda görmeden sizlerle paylaştığım Pera Müzesi’ndeki Paula Rego sergisine gittim. Böylece size ve kendime verdiğim sözü yerine getirdim. Kaçıranlar için üzgünüm, mutlaka görülmesi ve tanınması gereken bir sanatçıydı. Özellikle, oğlu Nick Willing’in çektiği neredeyse uzun metraj belgesel film, bize sanatçıyı tüm yaşamıyla aktarıyordu. Bu filmde Rego’nun hayatının son evresinde atölyesinde çalışırken oğlunun sorularını içtenlikle ve sansürsüz cevaplaması, bence bir sanatçıyı sanatçı yapan özelliklerin birçoğunu kapsıyordu. Hayat ve aşkta duruşu, sanatçı duyarlılığı, bu duyarlılığın ona getirdiği acılar ve ruh hali… Bunları paylaşmada kişisel ve sanatsal dürüstlüğü, cesareti ve büyük tutkusu. Ne olursa olsun sanatını gerçekleştirmekten asla vazgeçmemesi. Bu filmle Paula Rego’nun hep tuzu kuru bir sanatçı olmadığını da öğrenmiş oldum. Hayatının pek genç olmadığı bir evresinde; üstelik anne, baba, eşini kaybedip onların maddi ve manevi desteklerinin olmadığı bir dönemde; tek başına, beş parasız ve üç çocukla kalınca sanatından vazgeçmeden, hatta sanatını kullanarak yaptığı cesur fikirlerine ve girişimlerine şapka çıkardım.
Sonra şu yeniden hayata dönen, yenilenen AKM’yi gezmek istedim, günlerden pazardı. Etkinlik sanırım yoktu ya da saat erkendi, bilemiyorum. Oldukça sakin ve ruhsuzdu. Açık olan kafeleri ve hediye dükkanı da öyle… En azından bir çocuk oyunu ya da etkinliği olsa etrafımız çocuk sesleriyle şenlense ne güzel olurdu. Neyse ki Aşık Veysel sergisi devam ediyormuş, sora sora yerini bulduk. Günün sürprizi bu sergi oldu. Aşık Veysel’in çocukluk anılarımda ilginç bir yeri var. Yer Ankara Radyosu, herhalde ilk binası. Ahşap bir merdiven, ahşap trabzanlı dar bir üst kat girişi, köşede bir kerevet üstünde sazını tıngırdatan bir kişiyi görmemle kala kaldım. Dört ya da beş yaşlarındayım. Çocuk korosunda olan ablam beni çekiştiriyor, ben kımıldamıyor ve gözlerimi ondan alamıyormuşum. O anki şaşkınlıkla karışık korkumu çok net hatırlıyorum, daha önce gördüğüm hiç kimseye benzemiyor. Gözleri yok, yüzü ve elleri kırış kırış… Üzerine düşer gibi tuttuğu bir sazı ve farklı garip bir sesi var. Sanki gerçek bir insan değil, bir masal ecinnisi… Çocukluğumda beni korkuyla büyüleyen Aşık Veysel, üniversite yıllarımda beni hayranlıkla büyüledi. Sanırım Esin Avşar, Fikret Kızılok gibi sanatçılarımızın yorumlarıyla radyodan eserleriyle tanıştım önce. Ne kadar duru, duyarlı, basit ama bilgece sözleri vardı bu parçaların. Akademi yıllarında kendini devrimci hisseden her genç gibi ilgi duyduğum folklor ve halk türküleriyle Veysel’in kendi sesinden eserlerine ulaştım. Zaten o yıllarda yitirdik bu büyük ozanı. Hayat hikayesi hep ilgimi çekti, öğrendiğim her detayda daha etkilendim, hayran kaldım. Ölümünün 50. yılı için düzenlenen “Veysel gider, adı kalır” sergisi işte bana bunları tekrar yaşattı. Ara Güler’in, Fikret Otyam’ın foto röportajları, Ozan Sağdıç’ın fotoğrafları, İsa Çelik’in çizimleri (unuttuğum diğer isimler vardır mutlaka, affola) gazete kupürleri, 45’likleri, aile fotoğrafları, hikayeler, sazı, sözü… Özetle Erkan Doğançay küratörlüğünde düzenlenen bu sergiyi ve UNESCO’nun 2023 yılını Aşık Veysel yılı ilan etmesini beğendim.
Balkan Naci İslimyeli (bni) ile hiç tanıştınız mı? Kişiliğiyle, dostluğuyla, sanatıyla, fikirleriyle, öğretmenliğiyle… Sergilerinden, yazdıklarından ya da sohbetinden; bunların birinden, bir kaçından ya da hepsinden… Tanıştıysanız çok şanslısınız. Çünkü bu değerli sanatçımızı, kültür insanını bir yıl önce yitirdik. Artık sadece bıraktıklarıyla tanıma şansına sahibiz. Balkan Naci İslimyeli 14 Nisan günü Piramit Sanat’ta düzenlenen bir panel ile, bir gün sonra Burgaz Adası’nda mezarı başında anıldı.
Bu anmalarda gençlik yıllarından beri tanış olduğum Balkan Naci’nin nasıl iyi bir eğitmen olduğunu da öğrendim. Üretirken öğretmiş, öğretirken üretmişti. Ne çok insana dokunmuş olduğunu gördüm, sevindim. Panelistlerin, izleyenlerin, eşi ve kız kardeşinin sözleri hep aynı noktada birleşiyordu. “Kuvvetli, özverili, verici, dost ve çelebi bir kişilik; çok yönlü sanat ve kültür insanı” Sevenleri tarafından engellenmeden son ana kadar üretmek, üretmek istediği için hastalandığından çoğumuzun haberi yoktu, ailesi de bu isteğine saygı duydu. Ölümünü duyduğumda yaşadığım şok bundandı. Daha dün paylaştığı yazılarını, şiirlerini okuyordum ki, pat diye karşıma çıkmıştı ölüm haberi. Yazdıklarını da pek öne çıkarmıyor, görsel sanatçı kimliğini önde tutuyordu. Devrimciydi, toplumcuydu, dosttu, hümanistti, doğaseverdi, hayvan severdi, bir İstanbul en çok da Burgaz Ada aşığıydı, fikir adamıydı, dünya insanıydı. Füruzan’ın üzerine roman yazmaya değer gördüğü 1947’lilerdendi. Çok güzel yaş aldı. Fiziği, duruşu,
o davudi sesi, güler yüzü ve kıymetlilerine sevgisi hiç değişmedi ama hep gelişti. Sanatında ise tek bir alana sıkışıp kalmadı. Her sergisi yeni bir denemeydi, bu nedenle bazı sergilerini yadırgayanlar olduğunu hatırlıyorum. “Kendimizi dünya sanat yarışının içinde hissedebilmenin güvenini daima taşımamız gerek” diyordu öğrencilerine ve meslektaşlarına. Panelistlerden Işık Üniversitesi öğretim üyelerinden Eva Şarlak onu “bir kültür kompozitörü” olarak tanımladı ve “yüzleşemediğimiz tüm gerçeklerle bizi yüzleştirdi” dedi. Katılıyorum. Boğazım düğüm düğüm olsa da coşku ve sevinçle izledim paneli. Seyircilerin de katkısı ve katılımıyla çok verimli bir anma oldu. Onunla ilgili tezlerin, araştırmaların süreceğine ve Balkan Naci İslimyeli’nin yaptıklarıyla hep yaşatılacağına inancım oluştu. Bu panele mekan sağlayan ve online olarak Los Angeles’ten katılan Bedri Baykam’a, Sibel Baykam ve Piramit Sanat Evine de teşekkürler. Ertesi gün Burgaz Adası’nda önce mezarı başında, sonra Cem Evi bahçesinde anmada da kimi birbirlerini senelerce görmeyen veya hep gören dostları buluştuk, dostça kaynaştık, ne çok andık, ne çok anlattık. Ne çok kişi ‘sanki şimdi bile bizimle’, dedi. Benim de kulaklarımda son karşılaşmamız olan Karaburun Festivali’ndeki dost sesi; “gel kız, otur şuraya”.
Ülkemizde yitirdiğimiz değerli sanatçıların yerini dolduracak yetkinlikte genç sanatçılar için, bu sanatçıların dünyayla bütünleşmesi ve yarışabilmesi için, sanat ortamının müzayedelerden, sanat eserlerinin obje olmaktan çıkıp toplumla buluşması için, sanatçıların özgürce üretebilmesi için, yaratıcı yeteneklerin ortaya çıkıp gelişebilmesi için demokratik bir toplum olmazsa olmaz şart.. Özerk ve demokratik sanat kurumlarına ihtiyacımız var. Sanatı kısıtlayan, sansürleyen değil özgür bırakan sosyal ortama ihtiyacımız var. Sanatın üretilmesi, paylaşılması, tüketilmesi için zenginliğin eşit olarak paylaşıldığı sosyal devlete acilen ihtiyacımız var.
Ben bu umutla Mayıs ayına giriyorum.
Haydi! Mayıs ayını hak ve özgürlüklerimize sahip çıkarak ve ülkemize demokrasiyi getirerek taçlandıralım.