FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Kabus

Kabus

Bilgisayarımın başındayım. O bana, ben ona bakıyorum. Karşımda televizyon. Bir depremzede ailesini göçük altından nasıl kurtardığını ve babasını, kardeşini, komşularını betonu elleriyle kazamadığı için nasıl kurtaramadığını anlatıyor. Aklım orada. Kapattım televizyonu, yazmaya çalışıyorum ama felaket hala siyah ekranda. Kapatamıyorum aklımı. Antakya’da bir özel hastanede kaderlerine terkedilen yoğun bakım hastaları gözümden gitmiyor bir türlü. Korumasız ve gözetime muhtaç insanlar resmen ölüme terkedilmişler. Biri de küvezde bir bebek.

Birkaç yoğun bakım görüntüsü var aklıma kazınmış. Biri annemin ameliyatı sonrasında bir devlet hastanesinde yaşadığım kabus. Ameliyattan çıkmış, gözetim altında. Normal yatağa alacaklar, bekletiyorlar. Dayanamadım sordum. “Kendiniz alacaksınız, personel yok” dediler. Bu olay İstanbul’un en büyük devlet hastanelerinden birinde oluyor. Hemen koştum yoğun bakıma. Anacığım buz gibi bir sedyenin üstünde yatıyor. Üstünde incecik bir çarşaf. Titriyor. Ufacık kalmış, kıvrılmış yatıyor. Yardımcı aradım yok. Üstünde yattığı sedye sabit, onunla hareket ettiremem. Ne yapacağım diye sordum. “Sedye bulun gelin” dedi hemşire. 

Koştum. Koridorları dolaşıyorum, merdivenleri inip çıkıyorum bir sedye yok, sorduğum kimse de bana yanıt vermiyor. Kızgınlıktan ve çaresizlikten kasılmış vaziyetteyim. Bir hastabakıcıyı yakaladım kolundan. “Yardım et bana, lütfen” diye yalvardım. Kocaman bir adam, ters ters baktı bana. Sedye aradığımı ve gerekirse para vereceğimi söyledim. “Gel benimle” dedi. Bir odaya götürdü beni. Sedye dolu içerisi. Bir tekerlekli sedye çıkardı verirken, “100 Lira” dedi. O gün için çok para bu. Mecburen verdim. 

Sedye elimde koridorlarda koşuyorum. Gittim yoğun bakıma. Annemi sedyeye yerleştirmem lazım ama gücüm yetmiyor. Hemşireden yardım istedim. İşi olduğunu söyledi. Koştum tekrar o hastabakıcıya, “Sana bir 100 lira daha versem yardım eder misin?”. 

Geldi annemi yatağına taşıdı. 

Bunu neden anlattın diyeceksiniz. O süreç içindeki çaresizliğimi, üzüntümü ve öfkemi anımsadım. Bir de depremzedelerin yakınlarına yardım edemediklerini, yardım edecek kimseleri bulamadıklarını, bulsalar da betonu delecek alet edevatlarının olmadığını ve sevdikleri insanların çığlık çığlığa can verdiklerini, bu çığlıkları duya duya çaresizlik içinde bekleyen insanları düşündüm. Ben çok korkunç bir şey yaşadığımı düşünmüştüm. Bir aydır yaşananları düşündükçe… Utandım o günden.

Şimdi İstanbul depremini bekliyoruz. Nereye gidebiliriz ki, gelecek bir gün. Sağlam evlerde oturmaya çalışacağız. Ama 20 milyonluk bu devasa kentte böyle bir şansı yakalayamayan, göçecek yeri olmayan, oturduğu evin kendine ve sevdiklerine mezar olabileceğini bilerek yaşayan o kadar çok insan var ki. 

Ne yapacağız?

İstanbul’un sorunu bir kaç senede çözülemez ki. Yıllardır yapılan tahribatın, kontrolsüzlüğün, çarpık yapılaşmanın, imar aflarının sonuçlarını ortadan kaldıracak sihirli değnek yok ki.

Bir söz vardır, “çaresizseniz, çare sizsiniz” der. Evet ama…

Yarın, yani dergimizin çıktığı gün 8 Mart. Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Masaya bu konuda birşeyler yazmak için oturdum ama yazamadım gördüğünüz gibi. Şimdi tüm kadınlar bir yandan eşit haklar, adalet için mücadele ederken, meydanlarda coplanıp, gaz yiyip yine de ayakta dimdik dururken bir yandan da deprem bölgesinde yaraları sarmaya çalışıyorlar. 

Herşeye rağmen umudu kesmedim yurdumdan, biraz nefes alabileceğimiz günlere kavuşacağımıza inanıyorum. 

Hepimizin 8 Mart’ı kutlu olsun.