FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Karadeniz’e, yüreğimdeki yaraya yolculuk

Karadeniz’e, yüreğimdeki yaraya yolculuk


Cemile Çakır

Karadeniz, buğulu, haşin, acımasız ve bütün rengini tenime işleyen, alnıma derelerini kazıyan memleketim; hem aşkla sevdiğim, hem de onunla yaşamaya dayanamadığım, yüreğimde hiç kapanmayan bir yara…

Hiç değilse yılda bir gitmeye çalışırım Karadeniz’e; Giresun’un Yağlıdere ilçesinin Elmabelen köyüne. Metris’te arkadaşlarıma “dünyanın en güzel yeri” diye anlattığım köy. Her yıl gitmek istesem de kimi zaman bu olanaksız olur, çeşitli engeller çıkar. Geçen yıl gidememiştim, eklem ağrılarım yüzünden. Bu yıl ise geçen yılki kadar olmasa da ağrılarıma karşın gitmeyi göze almak zorundaydım, hem köyümün dağları, ille de dereleri ile hasret giderecektim, hem de yeğenim Özlem, eşi ve bir dere çağıtısı coşkunluğundaki dört yaşındaki oğlu Aras Roni ile gelecekti; onları görecektim. 

Ben ki Karadeniz’in buğulu güzelliğine aşık olan biri olarak, onun koynuna sığınmak yerine, o güzelliği terk edip İzmir, Dikili, Salihleraltı’na yerleşmiştim. Terk etmiştim onu ama o yine de benimleydi, her zaman yüreğimde, eski bir yara olarak. Bunda dağların, derelerin günahı yok, yalnızca onun kültürü, insanları ve insanlarının bana ettikleri… 

Dikili’den Giresun’a nasıl gidilir ki? Uçakla gitmeye kalksam, önce Dikili’ye minibüs, oradan Aliağa’ya otobüs, oradan da havaalanına İZBAN treni… Bu kadar zahmete katlanmak yerine, Salihleraltı, Dörtyol’dan Bursa’ya otobüs, oradan da Giresun…

Ben bir yerlere gidiyor olmayı çok severim. Her yolculukta da aynı hayali kurarım; şöför bizi hiç bilmediğimiz, adını bile duymadığımız bir şehre götürüyor, uyanıp bakıyoruz ki bambaşka bir dünyadayız. Ama henüz bunu hayal edip göze alabilen bir şoföre rastlamadım. Üstelik böyle bir casereti göstermiş olsaydı bile diğer yolcular onu parçalardı hiç acımadan. Ama Karadeniz’e gidiyor olmanın heyecanı kendimi bambaşka bir şehirde bulmanın heyecanından daha az değil. Beş saatlik Bursa yolculuğunun ardından Ankara üzerinden 18 saatlik Giresun yolculuğu. Yolda, Eskişehir’i geçtikten sonra otobüsümüz bozuldu. Bizi Sivrihisar’a götürecek bir midibüsü bir saat bekledik, üşüdük. Sivrihisar’da başka bir otobüse aktarıldık. Sonra gece boyu hayaller, anılar birbirine karıştı. 

Biletimi Giresun otogar olarak almıştım. Muavine Espiye, Yağlıdere sapağında beni indirebilirler mi diye sorduğumda muavin benden 250 lira fark istedi ama şoför müdahale edip para almadı. Konu Yağlıdere olunca Amerika’ya gidenleri sordular bana ve ben de babamın bu gidişi ilk başlatanlardan olduğunu anlattım. Eskiden Rumların sürgünü sırasında eski adı Asacuk, şimdiki adı Hisarcık olan köyden bir adam, genç bir delikanlıyı saklar ve onu oğlu gibi büyütür. Sonra o genç askerdeyken, bir şekilde Rumlarla bağlantı kurar ve Amerika’ya gider. Yıllar sonra, emekli olduktan sonra, 1960’ların sonlarında Asacuk köyüne gelir ve kendisini saklayan, koruyan adamı bulur. Ona “sen bana çok büyük bir iyilik ettin, hayatımı kurtardın, ben de senin oğlunu Amerika’ya götüreyim” der. Adam kabul etmez, oğlunun bilmediği memleketlere gitmesine gönlü razı gelmez. Ama babam ve teyzesinin oğlu bir şekilde bu adamla ilişkiye geçerler ve onun yardımıyla Amerika’ya giderler. Sonra babam geri gelir, teyzesinin oğlu Amerika’da kalır. İkisi birlikte Amerika’ya adam götürme işine girişirler. Babam Türkiye’de Amerika’ya gitmek isteyenlerin işlerini yapacak, vize almalarını sağlayacak yolları gösterecek, teyzesinin oğlu ise gidenleri karşılayıp iş bulmalarına yardımcı olacaktır. Ama iş böyle yürümez, babamın Türkiye’den gönderdiği insanları teyze oğlu haraca bağlamak ister, onlardan para ister, vermezlerse polise ihbar edeceğini söyler. Bunu duyan babam, Türkiye’den adam gönderme işini bırakıp o da Amerika’nın yolunu tutar. Böylelikle Yağlıderelilere Amerika yolu açılır, artık insanlar turist olarak, kaçak yollarla, her yolu deneyerek Amerika’ya gitmeye başlarlar. 

Sonunda beni Yağlıdere sapağında bıraktı otobüs. Yağlıdere denizden 13 km. içeride. Yeğenim Ahmet geldi, beni aldı. Yağlıdere’ye gidiyoruz. Bizim köydeki evimizden Yağlıdere-Espiye yolunun bir kısmı görünür, ben de o kısmı yakalayıp köyümüzü ve evimizi görmeye çalışıyorum ama her zamanki gibi daha evimizi göremeden ilçeye gelmiş oluyoruz.  Yağlıdere ilçesi eski adıyla Camiyanı, Yağlıdere kıyısında, girişte ayrılan iki sokağın çıkışta birleştiği, çarpık çurpuk binaların olduğu küçücük bir ilçe. Eskiden Espiye’nin bir nahiyesi idi. Espiye solcuların, Yağlıdere sağcıların hakimiyetindeydi. Bu küçücük kasabanın ilçe yapılmasında bunun etkisi büyüktür. Belediye seçimlerinde genellikle AKP ve MHP arasında olur yarış. CHP’nin oy oranı  yüzde 10’u nadiren geçer. 

Günlerden Cuma. Yağlıdere’nin pazarı. Köylerden insanlar alışveriş için gelmişler ilçeye, Hava ablamsa hem alışveriş, hem de beni karşılamak için. Yeğenim Özgür’ün tuhafiye dükkanında bekliyoruz, köy modasının klasik örneklerinden giysiler satıyor Özgür. Sonra köye doğru yola çıkıyoruz. Az ilerde Sevinç deresinin Yağlıdere ile birleştiği yerde, o yıkılmaya terk edilmiş, Rumlardan kalma kemerli Sevinç Köprüsü var. Onun yanındaki demir köprü, yeni yol çalışmalarında yapılan köprünün yanında oyuncak gibi kalmış. Rumların izi her yerde. Köyümüzde bile evimizin karşısındaki tepenin üzerindeki düzlüğün adı Kisedüzü; kise, yani kilise. Çoğunluğu milliyetçi olan bu yörede genetik olarak kimin Rum, kimin Türk olduğu ise belirsiz.

Yağlıdere’den sapıp Sevinç Deresi boyunca gidiyoruz. Ablamın evi Delmece Mahallesi’nde, benim evim, çocukluğumun geçtiği ev ise yukarıda, iki dere arasında yükselen tepenin Karadeniz’e bakan yanında. Hava güzel olduğunda Armelit dağlarının iki yanında ince bir çizgi olarak görünür Karadeniz. “Bizim ev deniz manzaralı” dediğimde yalan söylemiş olmam yani. 

İlk gecenin yol yorgunluğundan sonra ertesi gün, “ben dere görmek istiyorum” diye tutturdum. Biraz şımarıklık gibi. Yeğenim Ahmet, arabayla ablamı ve beni gideceğimiz dere kenarına en yakın yere bırakmaya, sonra telefon ettiğimizde gelip almaya razı oluyor; bizi Gayaaltı’nın karşısına gelen yerde bırakıyor. Elimize birer dal alıp bildiğimiz yoldan dereye, Sevinç Deresi’nin bizim olan, anılarımızda olan kısmına gidiyoruz. İşte Elmanın Altındaki Göl. Eskiden bir elma ağacı vardı derenin bizim olan kısmında. Çocukluğumuzda inek gütmek için geldiğimiz Gayaaltı ortak bahçeydi, bir kısmı da bizimdi. Derenin hemen üstünde kocaman o elma ağacı dallarını küçük bir şelalenin önündeki göle uzatırdı. Kocaman iki kayanın arasında birleşinceye kadar eteğini sermiş uzanırdı dere. Biz o kayalarda atlayarak geçerdik dereyi. Ama şimdi ne ablamın ne de benim atlamaya cesaretimiz var. Genç değiliz, kayaların üzerindeki yosunlar kaygan, ayağımız kaysa kendimizi kurtaramayız. Ayakkabılarımızı, çoraplarımızı çıkarıyoruz. Su buz gibi, kimi yerde iki karışa yakın derinliği. Zemindeki kayalar kaygan ama elimizdeki sopamızla dayanarak geçiyoruz karşıya. Şimdi elma ağacı yok ama o göl duruyor, o şelale de. Fındık bahçesinden Gayaaltı’nı geçip ilerliyoruz. İşte Enesler’in yeri, işte amcamın torunu Galip’in bakımsızlıktan diken bürümüş, rüzgârdan ağaçların ve fındık dallarının devrildiği bahçesi. Sonrasında yer paylaşımında ablama düşen Bıyıkoo’n Ev Yanı fındık bahçesinin alt tarafı. Obuza (obuz: yamaçlardan akan küçük derecik) iniyoruz. Aycılı mahallesinden geliyor küçük obuz. Karşıda el değmemiş orman, bu taraf fındık bakçesi ama orman hakkını istiyor. Beş yıl uğramazsan bahçeyi kendine katacak. Obuzun suyunu böğürtlenler, eğreltiotları, karaavular(ormangülü) gizliyor, kuş sesleri, böcek sesleri ve küçük obuzun şırıltılı akışı dışında hiç ses yok. Biz galdirik topluyoruz. Ben unutmuşum, kopararak topluyorum, ablamsa kökünden çekmemi söylüyor. Devrilmiş ağaç gövdeleri, adını bilmediğim ağaçların dik kayalıkların üzerinden akan suya uzanan dalları. Benim için bir ruhsal arınma bu. İçimden bir heyecan dalgasının kabarıp yükseldiğini duyuyorum ama gözlerim yağmur sularının sürükleyip getirdiği plastik çöplere takılınca öfkeleniyorum. Bu saf güzelliği plastik çöplerle kirletmek de neyin nesi? 

Aklıma yıllar önce Bulgaristan yolculuğum geliyor. Neli’nin davetiyle gitmiştim Bulgaristan’a. Sofya’nın arkasındaki Vitoşa tepesine yürüyüşe gitmiştik. İki saat ormanda yürümüştük, hiçbir çöpe rastlamadan. Ben ona bunu nasıl başardıklarını sormuştum. Neli bana sosyalizmden kalan tek şey olduğunu söylemişti; Lenin’in doğum gününde herkes çevre temizliğine çıkarlarmış. Böylelikle insanlar kendi temizlediği yeri kirletmemeyi öğrenmişler. Bizde ise temizlik evin dış duvarında bitiyor. Sokağı, obuzları, dereleri, yolları kirletmek normalmiş gibi… Bu nedenle her yer çöp doluyor. 

Topladığımız galdiriklerin yapraklarını ayıkladıktan sonra dönüyoruz. Bu kez ablamın bahçesi Bük’e gidiyoruz. Kazan gölü, daha doğrusu şelalesi orada ama dereye inmek çok zor. Her yeri ot, çalı ve diken bürümüş. İki yıl önce gittiğimde fındık sonuydu, dikenler, yabani otlar ayıklanmıştı, ağrılarım yoktu ve ben dereye inebilmiştim ama şimdi cesaretim yok. Kazan Gölü’nü görmeden Teren Gölü’nün üzerinden fotoğraf çekiyorum. İşte yine orada, derenin kalbi taş, suyun içinde kalp şeklinde; yanındaki taş ise bir kaplumbağayı andırıyor. 

Ertesi gün Emine ablama gidiyorum. Onun ineği var, buzağısı daha on beş günlük. Ablam bir ara buzağıyı dışarı salıyor. Buzağı bir o yana koşturuyor, bir bu yana. Ben düşeceğinden ya da bir yere çarpacağından korkuyorum, o ise koşuşturmasını sürdürüyor. Ablam evladı gibi seviyor ineğini ve buzağısını.

Sonra Mehmet abimin evine gidiyoruz. Ablam ve yeğenim birlikte. Onlar beni bırakıp dönüyorlar. Abimin evi, benim çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm, ergenliğimi yaşadığım evin hemen üst yanında, köyün manzarası en güzel yerinde. Sabah gün doğmadan uyanıyorum, bulutlar Armelit tepesinden aşmış, Yağlıdere vadisinde ilerliyor. Kuş sesleri dolduruyor havayı. Manzaranın güzelliği beni sersemletiyor. Bu güzelliğin içinde insan bütün kirinden arınır diye düşünüyorum ama bu köyde yaşadıklarım geliyor aklıma. Güzelliğe alışılıyor ve bir süre sonra anlamını yitiriyor. 

Doğduğum eski ev yıkılmış. Yerine yengem Zernişan çit (bizim deyimimizle, bostan) yapmış, salatalık, biber, domates ekiyor. Ben ilkokula başlamadan geçmiştik asıl evimize. O da içten içe çürümekte. Eski tarz köy evi. Kardeşler arası paylaşımda bana verildi ama yer paylaşımına en küçük kardeşimizin itiraz etmesi nedeniyle tapusu henüz ortak. Bazı ev tadilat programlarını izleyip, nasıl renove edeceğimi hayal ettiğim ev. Asıl ahşap yapısını bozmadan modernleştirmeyi tasarlıyorum. Bunun için gökten önüme 2 milyon liranın düşmesi lazım. Ama zaten bu hayal. Şair boşuna mı demiş “insan hayal ettiği müddetçe yaşar” diye. Büyük abimin 1980’lerde yapılmış evi de harabeye dönmek üzere, duvarları çatlamış, tuğlaları düşmeye başlamış. 

Yengem Zernişan ve halamın torunu Fatma ile köyün yukarısına doğru yürüyüşe çıkıyoruz, taa Çeşmeyanı’na. Bir sembol gibi o çeşme. Oluğu, kürünü taştan yapılmış. Eski günlerdeki haliyle duruyor. Başımı kaldırıp Armelit tepelerine bakıyorum. Artık deniz daha belirgin görünüyor. Yol boyunca, bu ev kimin, o ev kimin diyerek geri dönüyoruz. İşte Gülbeyaz teyzemin oğlu Halil’in evi. Onu andıkça öfkelenmemem elde değil. 

1990’lardaydı, Gündem gazetesinde çalışırken beni bir arkadaşla birlikte Karadeniz’e haber yapmaya göndermişlerdi. O zamanlar Veli Küçük Giresun’da görevliydi. Ordunun dağ köylerine PKK’ye karşı silah dağıtıldığı söylentisi çıkmıştı. Bunun ardında bambaşka ilişkilerin olduğunu seziyorduk. Biz de Ordu ilinde birkaç kişi ile söyleşi yapmıştık. Polis bizi iki saatliğine emniyette de sorguya çekmişti, hatta ben minibüse bindiğimde polisler gelip şoföre benim terörist olduğumu söylemişlerdi bana psikolojik baskı için. 

Bir hafta sonra geri dönmüş, yedi gün süren bir haber dizisi hazırlamıştım, haber biter bitmez de Kaş’ta bir arkadaşıma tatile gitmiştim. O zamanlar cep telefonları yoktu. Döndüğümde ablam beni aradı. Neredeydim? Ben de tatile gittiğimi söyledim. O da bana, bizim köyden valilikte çalışan birinin çıkardığı dedikoduyu anlattı. Güya ben, dağda PKK’lilerle birlikteymişim, çatışmada öldürülmüşüm, ailem cesedimi almaya gidemiyormuş. Bir başka versiyonu ise çatışma sırasında yaralı tutuklanıp Amasya cezaevine gönderilmişim. Ardından dağda elimde silahla PKK’lilerle birlikte görülmüşüm. Babam savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu. Artık beni sürekli dağda görüyorlardı. Bu dedikodular ben Amerika’ya gidip, altı buçuk yıl sonra geri dönünceye kadar devam etti. İstanbul’da bizim köylülerin yoğun olduğu mahallede hasta anneme 24 saat bakmaya başladığımda beni dağdan indirdiler. Anneme onların alışık olmadığı şekilde bakıyor olmam bu kez bana “senin yerin cennet” demelerine neden oldu. Yeğenim bir keresinde bana “hala, bunlara belli olmaz, şimdi seni cennete gönderirler, sonra da tekrar dağa çıkarırlar” demişti. Köyümün insanlarının bana yaklaşımı böyleydi işte, ne de olsa ben onlardan farklıydım, sosyalisttim, köyden üniversiteye giden ilk kadın, ilk siyasi tutuklu…  

Teyzemin oğluna öfkem de bu nedenle. Ormancı kendisi. Bolu’da görev yaparlarken Hava ablamın okul arkadaşı ile tanışırlar, ablamın arkadaşının eşi de ormancıdır. Konuşurlarken, ablamdan söz ederler, teyzemin oğlu ona benim askeriye ile çatışmada öldürüldüğümü söyler. Yıllar sonra ablam arkadaşı ile Facebook sayesinde buluşur, arkadaşının il sözü, “başınız sağ olsun, çok üzüldüm” der. Ablam sorar, o da teyze oğlumuzun söylediğini anlatır. Ablam gülmeye başlar. “Cemile yaşıyor, o haber de yalan” der. Teyzemin oğlu, böyle bir haberi duyduğunda aileden birini arayıp doüru mu diye sormaz mı, başsağlığı dilemez mi? Yok. 

Evlerin önünden geçerken benim ilk mücadele alanımın bu köyün insanlarına karşı olduğunu hatırlıyorum. Yatılı okul sınavını kazanıp Erzurum’a okula gittikten sonra ilk başı açık gezen, kısa kollu giyen, pantolon giyen biri olduğumdan her gördüğüm insandan laf işiterek büyüdüm. Solla, sosyalizmle tanıştığımda, onların gözünde komunistler kapıya şapka asan insanlardı, böyle olmadığını onlara ispatlama gibi saçma sapan kararlar aldım. 1980’de gözaltına alındığımda Yağlıdere’de asılıp asılmayacağım konusunda iddiaya girildiğini duydum. Dereler, dağlar, kayalıklar beni kendine çekerken insanlar her seferinde beni itiyordu. 

Şimdi köy yolundan geçerken tanıdıklarım bana dostça davranıyorlar, ben de onlara. İki taraf da rol yapıyor elbette. 

Sonra yeğenlerle, ablalar, abilerle vedalaşma. Köyden Dikili’ye karaavu ve sarıavu (mor ve sarı ormangülü) götürmek istiyorum. Ahmet yine beni kırmıyor. Abimin evinin arkasındaki mezarlık çortunda (çort: dikenlerle kaplı çalılık) buluyoruz karaavuyu. Ben Ahmet’e gösteriyorum. O da birini sökmüş, “bu mu?” dedi. Sarıavuydu söktüğü. Karaavu da söktük, araya fındık bahçelerini mart ayında mora boyayan çuhaçiçeği kökü de karışmış. Köyümün ağılı çiçeklerini Dikili’de bahçeme getiriyorum. Karaavu/karaağı, kara zehir yani, sarısı da sarı zehir ama çiçekleri çok güzel, yaşam gibi…  

Her gün suluyorum kara ve sarıavumu. İçimdeki ağının çiçeğe durup durmayacağını zaman gösterecek. 

Picture of Cemile Çakır

Cemile Çakır

Tüm Yazıları