Ailemin yaklaşık üç yüz yıldır varlığını sürdürdüğü, benimse yarım yüzyıldan fazla yaşadığım şehir giderek bir siluete dönüşüyor benim için. Başka bir kentte yeni anılar biriktirirken, vazgeçemediğim eski alışkanlıklarım olduğunu ya da bildiğim zamanların bazen kaydığını fark ediyorum. Daha güneyde yaşamanın getirdiği mevsimsel kaymalar en çok çiçeklerde, ağaçlarda çıkıyor karşıma. Aklım, bildiğim zamanlamayı düzeltmiyor bir türlü.
İstanbul’un çiçekleri belli bir sırayla açar. Yıl biterken nergisler çıkar, soğuk bir kış gününde evinize birdenbire bahar dolar.
Aslında kimi nergis kimi fulya der, benzer çiçeklerdir zaten. İşin aslı, fulya, zerrin ve birkaç tür daha nergis adı altında toplanır. Şahane kokar, muhteşem görünür, çok zarif ve inanılmaz narindir. Hikâye malumdur, hani şu Echo ve Narcissus… Hikâye hüzünlüdür ancak gene de aşkın çiçeği olarak adlandırılır.
Türkiye’de Mordoğan ve Karaburun’da doğal olarak yetişir, hem de antik çağdan beri. Antik çağda hikâyenin geçtiği Karaburun’un adı Rüzgârlı Mimas’tır. Güz güneşi çekilip meydan Mimas’ın rüzgarlarına kalınca nergislerin kokusu sarar dört yanı.
Nergisler bitmeden bir bakmışsınız sümbüller çıkmış rengarenk. Bahara bir adım daha yaklaşmışız. Oysa bir hüzünlü hikâye daha vardır karşımızda.
Avcılıktan ve disk atmaktan hoşlanan genç ve yakışıklı Hyakinthos’a âşık olan ilkbaharın müjdecisi, engin denizlere ve vadilere rüzgâr sağlayan Rüzgâr Tanrısı Zephyrus’un kıskançlığıdır işin özü. Sevdiğinin Tanrı Apollon’a gönül vermesine dayanamayınca onların disk atarak eğlendikleri bir gün şiddetli bir esinti yaratarak, Hyakinthos’un attığı diskin yolunu şaşırmasını sağlar. Disk, sert zemine çarpar, döner ve Hyakinthos’u alnının orta yerinden vurur. Başı yana düşer Hyakinthos’un. Yemyeşil çimenler, al kanlara boyanır. Hyakintos’un bedeninin yattığı noktada, emsalsiz güzellikte ve Apollon’un gözyaşlarıyla beslenen bir çiçek oluşur. Apollon bu çiçeğe sevgilisinin adını verir; Hyakinthos.
Her yıl ilkbaharda sümbüller başlarını kaldırır topraktan ve yaşamlarının sonuna geldiklerinde, boyunlarını bükerler Hyakinthos gibi. Sümbülün Latince adı Hyacinthus’dur.
Derken mimozalar başlar. Adalar’dan karaya uzanır dalları sanki. İsmi hemen hemen tüm dünya dillerinde aynıdır. Arapça ve Rusçada “mimoza”, Japonca ve İtalyancada “mimosa”. Kökeni Latince “taklit etmek” anlamındaki “mimus”tan geliyor. “Mimosa”nın anlamı ise “taklitçi”.
Uçucu çiçekleri, kırılması zor dallarıyla kadını anımsatır. Üflediğinizde çiçeklerin, yaprağının nasıl uçtuğunu anlayamayacağınız kadar narindir ancak onu dalından koparmaya kalktığınızda öyle bir dirençle karşılaşırsınız ki öyle kolayca söküp alamazsınız. Üstelik büyüleyici kokusuyla insanı sarar sarmalar.
Mimozalara artık şehirde çok az görülen erik ve badem ağaçları yetişirken beyazlı sarılı minicik papatyalar yol kenarlarında boy göstermeye başlar. İşte o zaman manolyalar açar. Çarpıcı bir güzelliği, baş döndürücü bir kokusu vardır ve son derece narindir. Kokladığınız zaman burnunuzun değdiği yer hemen zedelenir ve kahverengi bir renk alır. “Koklamaya kıyamadığımız” güzellikte bir çiçektir. Alev, lale veya yıldız şeklindeki beyaz, pembe, mor ve kırmızı renkli çiçekler, dallara mum gibi dik otururlar. İtibar, saygınlık, asalet sembolüdür manolya.
Manolya, aslında bir çiçeğin adı değildir. Kuzey Amerika’nın güney bölgelerinde yerli olarak, dünyanın birçok ılıman bölgesinde, özellikle Avrupa ve Türkiye’de de yetişen odunsu ve çiçek açan bütün bir familyanın genel adıdır. Gezegenin en eskilerinden biri olarak kabul edilir. Araştırmacılar tarafından bulunan ilk manolyaların kalıntıları, 90 milyon yıldan daha fazla bir süre önce var olduğunu gösteriyor. Manolya için uğurlu çiçek denirken, manolya ağacı diken kimsenin sevgiyi bulacağına da inanılır.
Arkasından gelsin laleler… Hollanda üstlenmiş tanıtımı ama şimdi okuyacağınız gibi bizim coğrafyaya aittir lale.
Benim en sevdiğim tanım, İran mitolojisine ait. Denir ki yeşil bir yaprak üzerindeki çiy tanesine şimşek isabet eder, yaprak alevlenip donar ve lale meydana gelir. İçindeki siyah noktalar ise gönül yangınıdır.
Lale, klasik Türk edebiyatında özellikle de şiirde, renginden dolayı kan, mum, şarap, yanak, yara, kadeh, sevgilinin yüzü gibi unsurlara benzetilmiş. Laleyi şiirlerinde ilk kez kullanan ise Hz. Mevlâna olmuş. “Sevgilinin, yüzlerce ilkbaharın gül bahçelerine benzeyen yüzünü görmezsem, lale gibi gönlüme ateş düşer yanar, kararırım.” diye yazmış.
Osmanlı döneminde ebcet hesabıyla 66 sayısını verdiği için (1 elif=1, 2 lam=60, 1 he=5) Allah ve hilal yazılışıyla eşdeğer tutulmuş, formu nedeniyle Tevhid’i anımsattığı için de sevilerek kullanılmıştır.
Tasavvufta “sevgilinin, aşığını yaralayan gül renkli çehresi”dir. Lale eliftir, lale insan-ı kâmildir. Lale, Hak cemalidir. Bunları bilince o gönül yangınını görmek için her bahar beklenmez mi?
Siz lalelere kapılmışken bir bakarsınız akasyalar açar. Neredeyse her dilde aynı şekilde telaffuz edilir. Şarkısı bile vardır ya “Akasyalar açarken” diye.
Sert, çürümeyen ve dikenli bir ağaçtır akasya. Çiçekleri süt ve kan rengini anımsattığından Yahudi-Hıristiyan sembolizminde ölümsüzlüğü temsil eder. Her ağaca sarılabilen sarmaşık akasya ağacına sarılamaz. Sürekli akasya ağacında yaşayan bir karınca cinsi, ağacın ev sahipliğine karşı diğer böceklere hatta ne büyüklükte olursa olsun diğer canlılara karşı onu korur. Bitkiye yönelik herhangi bir saldırı durumunda ağaçtan iner ve karşı tarafa bir saldırıda bulunarak, acı verecek şekilde ısırırlar. Daha da ötesi, akasyaya bir metre yakınlıkta filiz veren diğer tüm bitkileri çiğner ve hırpalarlar. Doğanın dengesini anlamak ne zor…
Siz daha akasyanın kokusunu doya doya içinize çekemeden başka bir kokuyla çarpılırsınız. O kokuyu hissettiğinizde ilk düşündüğünüz hayatın gerçekten çok güzel olduğudur. Sonra güzelliğini fark edersiniz. Bir renge adını veren bu güzellik, sadece birkaç haftalığına gönlünüzü şenlendirir ve siz daha doyamadan da gider.
Yunan mitolojisine göre leylakların hikayesi ‘Syringa’ isminde güzel bir periyle başlar. Perinin güzelliğinden etkilenen ormanların ve çobanların tanrısı (yarı keçi yarı insan) Pan, periyi bir türlü rahat bırakmaz. Onu ormanın en kuytu köşelerine kadar kovalayan Pan’dan çok korkan Syringa, en sonunda kendisini leylak çiçeğine dönüştürür. Periyi kaybeden Tanrı Pan ise leylağı bulur ve çiçeğin içi boş olan saplarından meşhur flütünü yapar. Yunanca ‘nefes borusu’ anlamına gelen ‘syrinks’ kelimesinin buradan geldiği söylenir.
Leylak, çiçekleri narin olsa da sağlam gövdeli soğuğa dayanıklı bir bitkidir. İlk çiçek açan ağaçlardan olduğu için ilkbaharın ve yenilenmenin sembolü kabul edilir.
Aynı anda başka bir mor coşku başlar eski sokaklarda. Gelin duvağı gibi inen mor salkımlar siz geçerken yüzünüze dokunur.
Doğu Asya’da yaklaşık 2000 yıllık geçmişi olan bu ağaç, Avrupa’ya 1816’da bir İngiliz tarafından getirilmiştir. Ilık bir baharda bize sunduğu güzelliği ile doğurganlık, aşk, uzun ömür, zarafet, mutluluk ve dayanıklılık sembolüdür.
Bütün bu renklere en son erguvan katılır. Onlar açınca benim için İstanbul’a bahar gelmiş demektir. O İstanbul’un ağacıdır, öylesine yakışır. Renginden midir nedir bilmem, pembe ile morun sakin ama delice karışımı İstanbul ile çok uyum sağlar gözümde. İstanbul kurulduğundan beri de var olduğu söylenir. Her bahar bin bir nazla gelir ve kısa bir süre için gören gönülleri şenlendirir. Sonra hiç̧ beklemediğiniz bir anda apansız kaybolur. Görmeyen gönüllere yapacak bir şey yoktur ne yazık ki…
Ana vatanı ansiklopedilere göre güney Avrupa ve batı Asya’dır ama efsaneler Filistin olduğunu söyler. Hristiyan inancındaki “Erguvan Ağacı” efsanesine göre utancın rengidir erguvan. Önceleri çiçekleri beyaz olan ağaç, Yahuda’nın İsa’yı otuz gümüşe sattıktan sonra utancından kendini bu ağaca astığında ihanet yükünü taşıyamamış ve kızarmış bembeyaz çiçeği… İşte bu nedenle erguvan ağacı Batı dillerinde “Juda’s Tree” (Yahuda Ağacı) olarak adlandırılır.
Erguvan, güçlü dalları nedeniyle Osmanlı döneminde baston yapımında da kullanılmıştır. Ayrıca Osmanlı mutfağında salatalar, üzerine erguvan konularak renklendirilirmiş.
Edebiyat dünyasında da hemen her şairin şiirinde karşımıza çıkar erguvan. Bazen Bâki’nin dediği gibi yağmur damlalarıyla ıslanarak inci ve yakutla bezenmiş bir ağaca dönüşür, bazen Nef’i’nin dediği gibi yaseminlerle kucaklaşır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Kültürümüzde gülden sonra adına bayram yapılacak ikinci çiçek erguvandır.” der. Hilmi Yavuz sevgiliye, dile gelişlerde kaybolduğu için “erguvandın” diye seslenir. İlhan Aktaş Boğaziçi’ne “erguvan kokulu be hey zalim yar” diye haykırır, Edip Cansever ise görkemli bir erguvan imparatorluğunu anlatır.
Bizim burada açtı, İstanbul için de vakittir artık. Acele edin çünkü bir sabah uyanırsınız ki artık yoktur. Ya da gözünüzün önünde aniden bir deli rüzgârla başlayan huysuz bir yağmur yağar, dökülüverirler. O telaşla üzerlerine basar geçersiniz.
Doğa iyi bir öğretmendir, sabırlı olursanız öğretir. Bakmayı, görmeyi, anlamayı, soru sormayı, cevap aramayı, hüznü, sevinci, aşkın bin bir halini, güçlü olmayı, gerektiğinde kırılmamak için eğilmeyi… Bu bahar çiçekleri izleyin, arıları, kuşları, karıncaları… Neler öğrendiğinize inanamayacaksınız. Belki de kendi baharınızı kendiniz yaratacaksınız.
Ayşe Bayvas
Fethiye, 06.04.2022