FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Kimsenin kurmaması gereken cümle

Kimsenin kurmaması gereken cümle

Ne zaman sırtında okul çantasıyla bir çocuk görsem önündeki yolu düşünüp dertlenirim. Gireceği sınavları, eğitiminin onu hangi yola götüreceğini, uğrayacağı haksızlıkları, iş bulma macerasını… Hep benim kadar şanslı olmasını dilerim sonra. İlkokula çok erken ve ileri bir sınıftan başladığım halde öğretmenimin beni nasıl diğer arkadaşlarıma belli etmeden ayrı tutup özel eğitim verdiğini; şehrimin en güzel manzaralarından birine sahip okulunda teneffüslerinde müzik kolunun yayın yaptığını, öğretmenlerin iç salonda bizlerle dans ettiğini, bahçesinde özgürce dile getirebildiğim mezuniyet konuşmamı; üniversitede istediğim mesleğin eğitimini aldığımı; hayatımda hala bana verdiği bakış açısına minnettar olduğum bu mesleği gururla yaptığımı; gene hala ve hala eğitim aldığımı; ancak aslında bütün bunların aslında göründüğü kadar kolay olmadığını bilmelerini ve gene de asla umutsuzluğa kapılmamalarını söylemek isterim. 

Aynı zamanda bir sokak çocuğu olduğumu, Arnavut kaldırımlı sokakta düşmenin acısını, yakan topun gerçekten yaktığını, kız çocuk olarak misket oynarken erkeklerle nasıl dişe diş mücadele ettiğimi, üniversiteye başladığım zamandan itibaren hep çalışmak zorunda olsam da paramı kitaplara yatırdığımı da… Oysa şimdi her şey farklı. 

Sürekli değiştiği halde kendini yenilemeyen eğitim sistemimizin yeni çocuk yetiştirme yöntemleri ile çakışıyor olması kafası karışık, teknoloji bağımlısı nesillerin ortaya çıkmasının bir sebebi olabilir kanımca. Çocuğa bakış açısının değişmesiyle oyunlar ve oyuncaklar da değişti. Ülkeden ülkeye değişen çocuğa bakış açısı ise kanımca pedagoglara ciltlerce kitap yazdırır.  

Sanat tarihinde ise çocuk resimleri oldukça zengin bir konudur. Aydınlanma Çağı’ndan önce, sanatta çocuklar minyatür yetişkinler olarak ortaya çıkıyordu ya da hiç görünmüyordu. Oysa çocuk, her çağda çocuk. Örneğin şu resme bakın:

Topaçlı Çocuk, Jean Siemon Chardin, 1738, Louvre Müzesi, Paris

Bir kuyumcunun oğlunu tasvir eden bu portre, Fransız ressam Jean-Baptiste Simeon Chardin tarafından 1735’te yapılmış. Şık giyimli bir çocuk üzerinde kitaplar, kağıtlar ve mürekkep hokkasında tüy kalem olan bir masanın önünde duruyor. Masanın üzerindeki neredeyse zor görünen küçük tahta oyuncak ise onun için bütün bunlardan daha fazla ilginç. Çocukken kim ev ödevlerinden kaçınmak için boş boş durmadı ki? O kadar narin bir ciddiyeti var ki. Aslında elbette ki bu resim yapıldığı dönemde (henüz Fransız İhtilali’nin gerçekleşmediğini unutmayalım) “önemsiz, gelip geçici zevklerin bizi önemli konulardan uzaklaştırmasına izin vermemeliyiz” mesajı veriyordu.

Chardin, tek bir çocuğun portresini çizen ilk sanatçıydı. Ondan önce sanatçılar genellikle çocukları küçük yetişkinler olarak tasvir ederdi. Ama Chardin ilk kez çocuklara gerçekte ne olduklarını gösterdi. Bunu da sadece onu oynarken göstererek yaptı. Her şeyden önce, çocukları resmetme kararı önemliydi. Orta Çağ’ın sonlarında ve hatta 16. yüzyılda çocuk resimleri şaşırtıcı derecede nadirdi. O günlerde, bebek İsa, sanatta çocukluğun başlıca imgesiydi. İkincisi, sanatçılar nihayet 17. yüzyılda çocukları daha sık resmetmeye başladıklarında, bunu modern gözlere doğal görünmeyen bir şekilde, onları minyatür yetişkinler olarak sunarak yaptılar.

Özellikle kraliyet ve aristokrat ailelerin çocukları, yüksek doğum oranlarına rağmen dört bebekten birinin bir yaşına gelmeden öldüğü 17. yüzyılda aşağıda gördüğünüz gibi gerçek insanlar gibi değil, hanedan hırsının amblemleri olarak resmedildiler.

Geleceğin Fransa Kralı XIV. Louis, Anonim, 1640, Fransa Tarihi Müzesi, Versay Sarayı

Jean-Jacques Rousseau’nun çocukların özerk varlıklar olarak görülmesi gerektiğini savunduğu 18. yüzyıldaki Aydınlanma’ya kadar, Chardin’den başlayarak sanatçıların erkek ve kız çocuklarına birey olarak davranmaya başladıklarını görürüz. Burjuvazinin yükselişi bu değişimde önemli bir faktördü: ebeveynler ve çocuklar arasındaki hassas ilişkilerle karakterize edilen grup aile portreleri yaptırmak birdenbire moda oldu. On dokuzuncu yüzyıla geldiğimizde çocuklar artık sanatta olağandı. Bu, Batı toplumlarında çocuk haklarına artan ilginin göstergesiydi. Örneğin, aşağıdaki resimde eski püskü giysiler içinde, çiçek satarken bitkin düşüp kapı eşiğinde uyuyakalmış çıplak ayaklı bir sokak çocuğu görüyoruz. Belli ki, Sanayi Devrimi’nin kurbanları olan, şehirlerde yaşayan, çoğu kez öksüz kalmış, yoksul gençlerin içinde bulundukları kötü duruma acıma duygusu uyandırmayı amaçlıyor.

Bir Şehit: Menekşe Satıcısı, Fernand Peles, 1885, Petit Palais, Paris

Ama çocukluğu gerçekten merkez sahneye yerleştirenler Empresyonistlerdi. Monet, karısı Camille’i karanlık bir şemsiyenin gölgesinde, güneşli bir bahçede tasvir ederken, oğulları Jean, bir dadı eşliğinde onun arkasında oynuyor. 

Camille, oğulları Jean ve Dadı, Monet, 1873, Özel Koleksiyon

Ya da şuna bakalım: Berthe Morisot, kızını kumla oynarken resmetmiş.

Kumda oynamak, Berthe Morisot, 1882, Özel Koleksiyon

Şu bir gerçek ki İzlenimcilerin fırçasının kendiliğindenliği ve coşkunluğu ile nadiren hareketsiz kaldıkları için resim yapmanın zor olduğu bilinen çocukların öngörülemeyen canlılığı arasında bariz bir yakınlık vardır.

Bu konu uzar gider ancak ben tam burada bırakmak istiyorum, bir üstte yazdığım gibi “çocukların öngörülemeyen canlılığı”nda… “Ben hiç çocukluğumu yaşamadım” cümlesi benim çok canımı acıtır. Çocukların gözlerinde hep umut ve ışıltı olmalı, yüzlerindeki kir oynadıkları sadece oynadıkları oyundan gelmeli, ellerinde nasır yerine oyuncak olmalı. Kimse yaşı ilerlediğinde o cümleyi kurmamalı.

 

Ayşe Bayvas
Fethiye, 03.04.2023

Picture of Ayşe Didem Bayvas

Ayşe Didem Bayvas

Tüm Yazıları