“Bana bir ön yargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”
Hani bazı kitaplar vardır, evinizin raflarında çoktan yerini almıştır, ancak tekrar karşınıza çıktığında hem çehresine hem de ruhuna aşina olduğunuz kadim bir dosta rastlamış hissiyatına kapılırsınız. Bu kitabın bana yaşattığı da işte böyle… Nerede görürsem göreyim zamanında bana hissettirdiği duyguları, birlikte geçirdiğimiz zamanı oracıkta gözlerimin önüne getirene dek sayfaları çevirmeye devam ederim.
İlk kez edinip okuduğumun üzerinden tam on dokuz yıl geçmiş. Birkaç yıl önce gördüğümde İngilizce baskısını satın almış, Norveçli bir arkadaşıma armağan etmiştim. Bu defa da Márquez’in edebi bir şahesere dönüştürerek kapatmadığı o davaya, o âl pazartesiye, hâlâ işlenmekte olan namus cinayetlerine -tekrar ve sonsuza dek- görgü tanıklığı yapmak istediğim için satın aldım. Bir toplumda suçu işleyen kadar bu suça sessiz kalan halkın da asıl suçlu olduğunu kendime unutturmamak, kitabı henüz kime armağan edeceğimin kararını vermediğim halde birkaç kişiye daha okutabilmek adına…
Anlatımında insanların önceden edinilmiş, tarihten bugüne değin taşıdığı peşin hükümleri ön planda tutan Márquez, kasabada gerçekleşen cinayetin işleneceğini, hatta kimler tarafından işleneceğini daha ilk sayfalarda açıklıyor okura ve böylelikle doğrudan ilk spoileri de vermiş oluyor bizlere… İpucunu veriyor vermesine lakin dikkat çekmek istediği cinayetin işlenişi ya da nasıl işlendiğinden ziyade zeminini hazırlayan gerçekler… Toplum kültürü, bireylerin içinde yaşadığı toplumların kültürü, baskı, kadın erkek rolleri, bu rollerde her iki cinsin nasıl davranacağı, nasıl düşüneceği yahut nasıl hareket edeceğine dair beklentileri ortaya koyan, her iki cinsi de sosyal olarak yapılandıran özellikleri deyim yerindeyse didik didik ediyor kalemiyle. Sonrasında tüm bu toplumsal kalıp yargılarına göre cinayeti işleyenden çok ona dur diyemeyen halkın acizliğini, hastalığını düşünüp irdelemesi adına uyarıyor okuru ve bir sürü soru, bir yığın gerçekle baş başa bırakıyor bizi. Ama en çok da duyarsızlığımızın oylumunda hep ama hep başa saran o filmin bitmek bilmeyen döngüsüyle…
Márquez bir röportajında kendisine yöneltilen: “En güzel romanınız hangisi?” sorusuna “Kırmızı Pazartesi” cevabını vermiş. “Neden?” diye sorduklarında: “Çünkü en ince olanı o” diye eklemiş. Yazarın okura anlatmak istediğini içeriğinden ödün vermeden asgari cümlelerle betimlediği bu uzun öykü/roman mutlaka okunması, okutulması gereken başucu mahiyetindeki kitaplardan…
~~~
“Oğlanlar erkek adam olacak şekilde büyütülmüşlerdi. Kızlar ise evlenmek üzere yetiştirilmişlerdi. Gergef işlemeyi, makineyle dikiş dikmeyi, kukalı dantel örmeyi, çamaşır yıkayıp ütü ütülemeyi, yapma çiçekler, kendi uydurdukları tatlılar yapmayı, aşk pusulaları yazmayı bilirlerdi. Ölüme saygıyla yaklaşma kültürünü bir yana bırakmış zamane kızlarından farklı olarak, onların dördü de eskiden adet olduğu gibi hastaların başında bekleme, ölüm döşeğinde olanlara güç verme, ölüleri kefenleme sanatında birer ustaydılar.”
“Her erkek onlarla mutlu olur, çünkü acı çekmek için yetiştirilmişler.”
“Annesi tek bir sözle onu susturmuştu; “Aşk da öğrenilir.”
“Onların tek inandıkları şey, çarşafta gördükleridir” demişlerdi. Böylelikle kızlığını yitirmiş gibi görünsün, zifaf gecesinin sabahında iffetinin izini taşıyan pamuklu çarşafını evinin avlusunda güneşe asabilsin diye ona birtakım kocakarı hileleri öğretmişlerdi.”
“Onun bu derece tedbirli davranması doğaldı, çünkü bir kadın için üzerinde gelinliğiyle bekletilmekten daha utanç verici bir talihsizlik olamazdı. Buna karşılık, Angela Vicario’nun duvağıyla portakal çiçeklerini bakire olmadığı halde takmaya cesaret edebilmesi, daha sonra saflığın simgelerine karşı büyük bir saygısızlık olarak yorumlanacaktı.”
“Ben bir keresinde, kasaplık mesleğinin insan ruhunda adam öldürmeye yatkınlık olduğunu gösterip göstermediğini sormuştum kasaplara; ama onlar karşı çıkmışlardı: “Biz hayvan kestiğimizde gözlerinin içine bakmaya asla cesaret edemeyiz.” diye. İçlerinden biri, daha önceden bildiği, hele hele sütünü içtiği bir ineği kesemeyeceğini söylemişti bana. Ben de onlara Vicario kardeşlerin kendi yetiştirdikleri, adlarıyla çağıracak kadar yakından bildikleri aynı domuzları kestiklerini hatırlatmıştım. “Doğru,” diye karşılık vermişti bir tanesi, “Ama dikkat ederseniz onlara insan adı değil çiçek adı koyuyorlardı.” “Bizlerden daha sağlıklıydı; ama insan onun göğsünü dinleyince, yüreğinin içinde fokurdayan gözyaşlarını duyabiliyordu.”
” – Santiago, yavrum, neyin var?
– Beni öldürdüler Wene Hala!”
Kitap: Kırmızı Pazartesi (Cronica de Una Muerte Anunciada)
Yazar: Gabriel Garcia Márquez
Yayınevi: Can Yayınları
Çeviren: İnci Kut
Sayfa: 107