FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

KIZ KARDEŞİM

KIZ KARDEŞİM

KIZ KARDEŞİM

İlkokulu bitirdiğinde 10 yaşını doldurmuştu. Trabzon Beşikdüzü Yatılı Öğretmen Okulu’nu kazandığında yaşam mücadelesi başlamıştı. İlk kez evinden ayrılmanın acısı ve özlemiyle içine kapandı. Bir süre sonra kütüphaneye giderek kitap okumaya başladı. 

Esasen ilkokul 3. sınıftayken yetişkinlerin okuyabileceği kitapları okuyabiliyor ve anlayabiliyordu. O dönemde en çok içine sindirdiği kitap, Firuzan’ın “Parasız Yatılı” isimli eseriydi. Sanırım biraz da içselleştirmişti.

Eğitim döneminde çok zor yıllar geçirdi. Haksızlıklara karşı gelmesi, omurgasının sağlam olması bazı (!) öğretmenlerin tepkisini çekiyordu. Bu öğretmenlerin, idarecilerle organik bağının olması, kardeşim için son derece rahatsız edici olaylara neden olacak, geleceğini karartmak için ellerinden geleni ardına koymayacaklardı.

Defalarca disiplin kurulunda yargılandı, ceza aldı en son uygulamada okuldan uzaklaştırma cezası alınca bir zemheri ayazında okul kapısının önüne bırakıldı. Gidecek hiçbir yeri yoktu. Otele gidemezdi ve kasabada kimseyi tanımıyordu. Tanısa bile kapısını kim açacaktı…

Okul yönetimi o kadar acele etmişti ki; kabanını giymesine bile izin vermemişlerdi. İncecik bir hırkayla titreye titreye okul bahçesinde sabahlamak zorunda kalmıştı. O gün annem, gece yarısı otobüsüyle Ankara’dan yola çıkarak sabahın erken bir saatinde kızına ulaştığında onu soğuktan donmak üzere, mosmor görmesi dayanılır gibi değildi. 

Beraberce eve döndüler ve cezanın bitmesini beklediler. Kardeşim okula tekrar  dönmek zorunda kaldı. 

……………………………

Okul bittiğinde henüz 18 yaşında bile değildi. Annem, kızının öğretmenlik yapabilmesi için mahkemeden “kaza-i rüşt” belgesi almıştı. 

Mezun olmasının bir getirisi olmamış onu uzak dağ köylerinden birine tayin etmişlerdi. Her gittiği köyde sadece bir eğitim dönemi çalışabiliyordu. Dönem bittiğinde çok daha uzak bir köye sürgün ediliyordu. 

Muhtar, karakol komutanı, kaymakam, vali, ilçe ve il milli eğitim müdürlerinden hep zulüm gördü. 

Birinci MC ve Yemece Döneminin Milli Eğitim Bakanı ona ağır cezalar verdi, en uzak köylere sürgün etti. Terfi edemedi. Hiçbir zaman istediği okula da tayin edilmedi. 

Uzak dağ köylerinde lojman yok, köylü korkudan ev vermez. Evler son derece sağlıksız ve korunaksızdı ayrıca tuvaletin dışarıda olması da büyük sorundu. 

Gittiği köylerden ayrılırken tüm köylüler, tespih taneleri gibi tek tek sıraya dizilir ve onu yolcu ederlerdi. 

1980 yılına kadar Töb-Der üyeliğiyle başlayan mücadelesi daha sonra Eğit-Der ve Eğitim-Sen’de devam etti. 

1 Mayıs ve 15 – 16 Haziran gibi eylemleri hiç kaçırmazdı. Ulaşım sıkıntısı olan en ağır köy koşullarında ne yapar eder merkeze inerdi. Otomobil bulamazsa traktör ve artık ne bulursa onunla yola düşerdi.

Annem, bir oğlu cezaevinde, bir kızı başka bir köyde, diğer kızı başka bir köyde sürgün edilmiş kızlarına yetişmeye çalışan, dur durak nedir bilmeyen astım ve kalp hastası bir insandı. 

Kız kardeşimin her sorununda yanında olmaya çalışıyordu. Köy köy geziyor, kızlarının öğretmenlik yaptığı tüm köylere gidiyor, her koşulda arkalarında olduğunu hissettiriyordu.

Kız kardeşim bu süreçte ne yazık ki yanlış bir evlilik yaptı. Yaşamı boyunca hiç çalışmayan asalak bir gençle kimseye haber vermeden evlendi. Bu kişiyi bir şirketten sigortalı göstererek, sigorta primlerini kendi maaşından ödeyerek merkeze tayin olmayı başardı.

En olumsuz koşullarda tam 33 yıl eğitimcilik yaptı. Hiç bir zaman pes etmedi. Eğilip, bükülmeden, hiç bir otoriteye boyun eğmeksizin dimdik yaşadı. 

Üç darbe gördü. Baskının, zulmün katmerlisini yaşadı. Bu olumsuz koşulların nedeniyle bir kızı karnında öldü. Hastanede bir türlü kendisine gelemedi. 

K o r k u y o r d u.

Bu durumu ilk kez asansörde fark etti. Havasız kalacak ve boğulacakmış gibi bir duyguyla asansör kabinini durdurarak kendisini dışarıya atmıştı. Artık asansör kullanmayacaktı ve kapalı mekânlarda da duramıyordu. 

“Bir daha çocuk doğuramam bu acıyı yaşayamam” derken, artık yaşamayan Muzaffer Argun isimli yaşlı bir hekimin desteğiyle “Deniz”i dünyaya getirdi. Hekim “Ben sizden torun bekliyorum hem de sağlıklı, uzun boylu, iri yarı bir erkek çocuk doğuracaksınız” demişti.

“Deniz olunmalıydı” sözü adeta kulağını çınlatıyordu. Deniz gibi olmalıydı oğlu… Oğlunun gelişi yaşamının dönüm noktasıydı. Oğlunu yaşamının merkezine koydu ve tüm yaşamını oğluna adadı. Deniz, asla yerinde duramayan son derece hareketli bir çocuktu. Annesini ve bakıcıları çok zorluyordu. Dikkat dağınıklığı olan hiper aktif bir çocuktu. Daha 5 yaşındayken okuma yazmayı evde kendi kendine öğrenmişti. Evde durmak istemediği için annesi onu elinden tutarak okula getirmek zorunda kalıyordu. Yönetmelik engeline rağmen ikinci dönem okula kaydı yapıldı.

İlkokulu bitirince durulacak derken olmadı, ortaokul, lise ve hatta üniversiteye kadar devam eden bir zorlu süreç yaşıyordu. Sırada oturmuyor, sınıfta geziyordu. Öğretmeni sabırlı davranmasaydı annesi kendisine başka bir okul arayacaktı.

Deniz ortaokula yeni başlamıştı ki, kardeşim bana telefon ederek kalbinde sıkıntısı olduğunu söyledi. Bir arkadaşımın yeni açtığı hastaneye gitmek üzere buluştuk. Hastane sahibi bizi çok güvendiği bir hekime yönlendirdi. Kardeşimle ikimizi odasına aldı. Bir dizi tetkiklerden sonra kardeşimin kalbinin sağlam olduğunu fakat yaşam boyu ilaç kullanmasını gerektiren bir hastalığı olduğunu vurguladı:

“Panik atak!”

İnanmadık!

Bu tanıyı ilk kez duyuyorduk. Zira çok dillendirilen ve bilinen bir hastalık değildi. Artık yeni bir dönem başlamıştı. Kardeşimi daha dikkatli ve korunaklı bir yaşam bekliyordu.

Deniz’e tutundu. Oğluyla güldü, oğluyla ağladı. 

Yıllarca “panik atak” hastalığıyla başa çıkmaya çalıştı. İlaçlar, ilaçlar, ilaçlar… Toplu taşıma araçlarıyla yolculuk yapamıyor, özel araç kullanıyordu. Elinde hep bir şişe su olurdu. Atak başlayınca bir yudum suyla kendisini korumaya alıyordu. Bir de çantasında poşet bulundurmaktaydı. Bunlar onu kısmen rahatlatıyordu. 

Önce annesini, bir yıl sonra da çok sevdiği yeğenini toprağa verdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.  Bu haliyle bile çok sevdiği eğitimciliği bırakmadı. Fakat çalıştığı sınıfın kapısı ve tahtaya yakın bir penceresi mutlaka açık olmalıydı. Bulunduğu mekânda kapı kapalı olamazdı. 

Binlerce öğrenci yetiştirdi. Öğrencilerini çok sevdi. Özel durumlarıyla ilgilendi, sorunlarını çözdü, mezun olduklarında iş buldu. Çok sevdiği mesleğinden 33 yıl sonra emekli oldu. Doktorların aşırı ilaç yüklemesinden kaynaklı olarak beden gücü tükenmişti.  Emekli olduktan sonra İzmir Yeni Foça’ya yerleşti. Bu kez çevrecilik üzerine yoğunlaştı. 

Küçük yaşlardan itibaren kitap okuma alışkanlığı edindiği için ben kendisine ne zaman, “yazmalısın” desem, “ilkokuldayken Firuzan’ı okumuş çok etkilenmiştim. Ben onun kadar güçlü bir yazar olamam, okuyucuyum” der, okumaya devam eder,  Foça’da kütüphane olmadığından bizden sürekli kitap isterdi.

Bir gün, o kötü bir gün, Foça’daki evinin bahçesinde fidelerle uğraşırken kendisini kötü hissederek oğluna telefon etmiş. Oğlu hemen gelmiş, annesinin beyin kanaması geçirdiğini anlayarak ambulans çağırmış fakat ambulans gelmemiş. Deniz, annesini hemen kendi aracına itina ile yatırarak yola çıkmış. Ama ne yazık ki, akşam, iş çıkışı, trafik çok yoğun. 

Kardeşimin bilinci kapalı, deniz hem araba sürüyor hem ağlıyor, o kadar ki yolu bile seçemiyor. Ama durmuyor ve merkeze ulaşıyor. Ancak o sırada İzmir’deki hastanelerde yoğun bakım üniteleri dolu olduğu için kardeşimi kabul etmiyorlar. Sevk… Sevk… Sevk.

Bu acil durumda beş ayrı hastanenin kapısından dönüldükten sonra bir özel hastanede yer bulunuyor. Derhal yoğun bakım ünitesinde makineye başlanıyor. Ancak doktorlar kanamayı durduramadıkları gibi müdahale de edemiyorlar.

Çok sevdiği oğlu ve yeğenleri hastanede endişeyle bekliyorlar ama… Eğer ilk gittikleri hastaneye yatırmış olsalardı, büyük olasılıkla yaşamı kurtulacaktı kardeşimin.

 

Yaşam nedir?

Kısa bir ömre upuzun bir yaşamı sığdırmak mıdır?

Bedel ödemek midir?

İnsanın kendisi için hiç bir gün yaşamaması mıdır?

Şükrü Erbaş’ın dediği gibi “incecik bir gelincik sapı” gibi midir yaşam?

Yoksa, “sen ne badireler atlattın, bunu da atlatacaksın” demek midir?

Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Boğazım düğümlendi. Sesim çıkmıyordu. Hıçkıra, hıçkıra ağlamak istiyordum. Göz pınarlarım kurumuş, tek bir damla akmıyordu.

“Dayan! Bunu da atlatacaksın!” diyerek yedi günü geçirdik. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Üçüncü gün elinin bir parmağını oynatması bizi çok umutlandırmıştı. Ama hekim, “umarım refleks değildir” demişti.

Onuncu günde, yani 5 Şubat 2019’da kardeşimin o kocaman kalbi durdu. 

Züleyha Akın 

Picture of Züleyha Akın

Züleyha Akın

Tüm Yazıları