
Dalgaların henüz ulaşamayacağı yakınlıktaki kumlara küçük bir çukur açmaya çalıştılar önce. Ne aradıklarını bilmeden, hoyratça ve en hızlı olabilecekleri şekilde, parmaklarını kullanıp derinleşebildikleri kadar derinleştiler. Erkek pençeye dönüşen ellerini daha iyi kullanıyordu. Belli ki ilk kez kazmıyordu insan eliyle açılabilecek ve bir çırpıda bozulabilecek kumdan çukuru. Kadın ise özenliydi. Derinliği kadar hemen bozulmamasına da özen gösteriyor, içerden çıkardıkları kumu elleriyle sıkıştırıp, fazla suyunu sıkıp, çukurun iç çeperlerini sıvıyor, ellerini spatula gibi kullanıyordu. Erkek derinleştikçe, kadın dalgalar büyür de çukuru bozar diye çukurun ağzını kale surları gibi örüyordu. Belli ki dalgaların kumdan çukurları bir çırpıda bozmasına çok kez şahit olmuştu. Erkek derine, kadın göğe doğru büyütüyordu çukuru. Derinlik ve kale surları arasındaki mesafe arttıkça fazla kumları temizlemek zorlaşıyordu. Eller çukurda karışıyor, her karışıklıkta dağılmaması için hoyratlığı ve hızı azaltmak gerekiyordu. Ama erkeğin acelesi vardı, bir an önce kol boyuna kadar inebilmeliydi. Kadının acelesi vardı, dalgalar büyümeden ve çukuru bozmadan yeterli yüksekliğe ulaşmalıydı. Gittikçe yakılması zorlaşan uzun salon mumları gibi çukurları derinleştikçe daralıyor, surları yükseldikçe inceliyordu. Erkeğin elleri daralan çukura büyük, kadının elleri yükselen surlara küçük geliyordu. Her iki yöne doğru ilerlemek gittikçe zorlaşıyordu. Elleri gri kumlara bulanmış, güneşin altında kör, dalgaların kenarında sağır, ter içinde susuz kalmışlardı. Göz pınarından akan damla ile kadının elleri durdu, ter olanca yakıcı yumuşaklığıyla en güzel kokuları alan burun kanatlarını yaladı, dudak kenarına usulca ulaştı, tadına bakmak istedi, yapmadı. Damla sağ avucunun içindeki kumların arasında, erkek ve kadının çukurla kaybolduğu gibi hiç oldu. Ellerine, kumlara, pençelere, çukura, denize, göğe, görebildiği her şeye terinin akışı gibi yumuşak ve dura kalka baktı. Eller, kumlar ve çukur gri, deniz mavi, gök sarıydı. “Dur” dedi. Sesi pençelerin sahibine ulaşamadı. “Dur” dedi sesini yükselterek. Gri çukurun içindeki telaş yavaşladı ama durmadı. Tekrar hızlandı pençeler. Terinin tadına bakmak istedi kadın, bir damla daha dudak kenarlarına aksın diye bekledi. Damlayı göz pınarında hissediyor, akışı yavaşlıyor, dudak kenarına ulaşamadan buharlaşıyordu. O ilk damlanın tadına varmadığına pişman olmuştu. Duran ellerine baktı, alın terinin kaynağı onlardı. Güvenli bir çukur olması da umrundaydı, terinin tadına varması da. Ellerini var gücüyle kullanmaya başladı. Surları büyütmeye, kalınlaştırmaya ve sıvamaya devam etti. Göz pınarına dolan damlayı hissetti, kurumasın diye ellerini daha da hızlandırdı, damla burun kanadına inmişti, elleri daha da hızlandı, damla dudak kenarına inmek üzereydi, elleri daha da hızlandı. Dudağının kenarına inen damlayı, günlerce aç kalan avcının avını boynundan yakalaması gibi diliyle bir çırpıda aldı ve buharlaşıp yok olmasın diye ağzını kapattı. Elleri durdu. Ağzının içindeki tat, annenin memesinden çıkan ilk süt gibiydi. Var olan her şeyin toplamının bir tadı olsa, adına “Prana” dense, ancak böyle bir tat olabilirdi. Pençe ellere baktı, okyanusun en karanlık derinliklerindeki korkutucu hayvanlara dönüşmüşlerdi. Oysa çukurdan çıksa, denizde kumlarını akıtsa, bir ışık görse rengarenkliğine kavuşacaktı. Pençelerin sahibi kol boyuna kadar çukurdaydı. Kadın ellerini olanca hızıyla çukura soktu. O darlıkta bir süre gezindi, pençeleri bulamadı, hangisi hiç olmuştu, suretini aradığı pençeler mi yoksa kendi elleri mi bilmiyordu. Aramaktan bu kez hızlıca vazgeçti, pençelerin siretini araması gerektiğini öğrenmişti. Aradı, bulduğu kendi sireti oldu. Ellerini çukurdan çıkardığında avuçlarının arasında gri kumlara bulanmış pençeler vardı. Sahibi sakinleşene ve göz göze gelene kadar pençeleri bırakmadı. Pençelerin üzerindeki su buharlaştı önce, kuru yerde bir arada duramayan kumlar birer birer döküldü sonra. Ellerin kumdaki gölgeleri kalın duvarlı, hiçbir dalganın yıkamayacağı, istedikleri yere taşıyabilecekleri, diledikleri kadar derinleşebilecekleri kocaman kırmızı kapılı bir kaleye benziyordu. Erkeğin gözü çukurdaydı, ellerinden düşen kumları görmedi bile. Keşke görseydi. Bir çırpıda kadının ellerinden kurtuldu, dizlerinin üzerinde çöktü, olanca gücüyle omzuna kadar kollarını çukura geri soktu. Pençeye dönüşen eller derin deniz balıkları gibi ışıksız görünmez oldular. Kumdaki gölgeler ise yarısı yıkılmış bir köprüye benziyordu artık. Kadının dudak kenarına bir damla daha ulaştı, bu kez tadı başkaydı; çok tuzlu, kaygan, dilin üzerinde dağılmayan. Göz yaşının hep hatırlattığı o hüzün duygusunu ısınan iliklerine kadar hissetti. Bağ kuracağı ikinci bir hücre yoksa var olmasına gerek de olmayan nöronlar gibi arkasını döndü, başını önüne eğdi kadın. Denize doğru yürüdü, dalgalar ayaklarına kadar ulaşıyordu. Yürümeye devam etti. Önce parmak uçları suda kayboldu, sonra ayak bilekleri, gövdesi ve kolları… Bir toprak olup tohumlar açtıracakken, ışıltılı, mavi denizin kendisine dönüştü. Funda Sevencan Kasım 2024