
Ankara’ya geldiğim yıllarda çok az kiralık konut bulunmaktaydı. İşyerindeki arkadaşlarım da konut bulmam konusunda yardımcı olacaklarını söylüyorlardı. O yıllarda şimdiki gibi emlakçılar yoktu. Eş, dost, tanıdık kanalıyla bulabiliyorduk.
Üç ay kadar ev aradıktan sonra küçük bir apartman dairesi bulmuş, hafta sonunu bekleyerek apar topar taşınmıştım.
Apartmanın takıntılı bir yöneticisi vardı. Her işe burnunu sokan dedikoducu sevimsiz bir tipti. Kimseyi sevmediği gibi kimse de onu sevmezdi. Ancak apartmanda yaşayan dul kadınların akşamları evlerine dönmesiyle çok ilgiliydi. Yalnız yaşayan kadınları denetlemek asli göreviymiş gibi giriş çıkışlarını kontrol altına almak için neredeyse imza defteri koyacaktı.
Akşam saatlerinde evimin bahçe kapısını açtığımda daha merdivenlere ulaşmadan karşıma çıkardı. Ne büyük rastlantıydı… Her defasında geliş saatimi nasıl denk getirdiğini hiç anlayamazdım.
Yeni evime taşınmamın üstünden 15 gün geçmişti. Yöneticimiz yine her zamanki gibi bahçe kapısında beni karşılamıştı. Benim dairemin alt katı boşalmıştı. Oraya aynı gün yeni bir kiracının taşındığını söyleyince epey sevinmiştim. Eğer yeni gelen kiracı dul bir kadınsa, yöneticimizin işi artacağı için bana daha az zaman ayıracaktı. Yeni kiracının evli olduğunu ertesi gün öğrendim.
Komşular, yeni kiracımızın pavyonda çalıştığı duyumunu almışlardı. Kadının kocası öğretmenmiş. Kadının bilmem kaçıncı evliliği, erkeğinse ilk evliliğiymiş.
Bir hafta sonu, komşu kadınlar toplanıp yeni kiracıya “hoş geldin” demeye gitemeye karar verip beni de çağırdılar, hep beraber gittik.
Kadın, bize kapısını sevinçle açtı. Yanında dışarı çıkmak üzere olan kocası vardı. Çıkarken adamla yüz yüze geldik, beni görünce yüzü kızardı. Bu duruma bir anlam veremedim. (?)
Eve girdik, oturduk. Çaylarımızı yudumlarken kadın bize bir şirkette sekreterlik yaptığını, şirket sahibinin de dayısı olduğunu söyledi. Kadınlar, “öz mü?” diye sordular. Kadının yanıtı net değildi. Patronu öz dayısı sayılırdı.
Salonun baş köşesindeki büyük bir saksıdaki Kuşkonmaz çiçeği mağrur mağrur seyrediyordu bizi.
Ertesi sabah erken saatlerde otobüs durağına yürürken yeni komşumuz olan kadın arkamdan seslendi. Durup bekledim. Hızlı adımlarla yanıma geldi. Benimle sohbet etmek istiyormuş.
İşyerinde yalnız olduğunu, sadece gelen telefonlara yanıt verdiğini, son günlerde çok halsiz olduğu için patronunun ona bir kanepe aldığını ve orada uyuduğunu anlattı. Maaşı dolgunmuş. Patronu kadının ulaşım, giyim, kuaför, takı gibi masraflarını karşıladığı gibi ayrıca ekstra ödemeleri de varmış. Kimse bilmesinmiş ama patronu akrabası değilmiş. Akrabası halasının oğlu olan şimdiki kocasıymış.
Biz Diler Sokakta oturuyorduk. Hafif rampa olan sokağımızın birleştiği Sunar sokakta annesi ve yaşamı boyunca hiç çalışmayan asalak erkek kardeşi birlikte yaşıyorlardı. Bizim apartmanla bu evin arası yaklaşık 25 adımdı.
Harala gürele derken bir hafta geçti. O cumartesi sabahı yatak odamın perdesini açınca kadının, elinde Kuşkonmazla bahçe kapısından çıktığını gördüm. Kararlı adımlarla yürüyerek annesinin iki katlı evine girdi.
Yaz tatili başlamıştı. Takıntılı yöneticimiz kadının kocasının o hafta boyunca hiç evden çıkmadığını tespit etmişti. Bir akşam vakti iş dönüşü bir tabak yemek götürmek istediysem de yöneticinin hakkımda dedikodu yapacağını düşünerek vazgeçtim.
Yeni komşumuzu 15 gün gören olmamıştı. Canına kıyabileceğini düşünerek kendime en yakın gördüğüm komşumla kapısını çaldık. Uzun süre bekledik, kapıyı açan olmadı. Biz merdivenlere yöneldiğimizde kapının büyük bir gürültüyle açıldığını ve komşumuzun bize seslendiğini duyduk. Geri döndük, hal hatır sorduktan sonra getirdiğimiz börekleri çörekleri zorla da olsa verdik.
İki hafta sonra kadın hiçbir şey olmamışcasına elinde Kuşkonmazla evine döndü. Bir süre mutluluğun resmini çizdikten sonra kadın yine elinde çiçeğiyle annesine yollandı.
Bu gidiş gelişler 15 günde bir rutine bağlandı. Değişmeyen tek resim Kuşkonmaz çiçeğiydi.
Kadın evine döndüğünde kocası hiç bir sorun çıkartmıyordu. Sessiz bir direnişti sanki…
Yine bir sabah işe geç kalmamak için koşarak durağa giderken arkamdan bir araç klakson çaldı. Sağa sola bakacak zamanım yoktu. Hızlandım, ama yanımda bir araç durdu ve kapıyı açtı. Direksiyon başındaki komşu kadındı. Beni işyerime bırakmak istiyordu. Çaresiz kabul ettim.
Yol boyunca benimle hiç susmadan konuştu. Patronu kendisini işten çıkartmış, ama bir ev, araba ve her ay maaş bağlamıştı. Çalışmasına gerek kalmamış. Ancak patronun tek koşulu kadının eşinden boşanmasıymış. Kadın da boşanma davası açmış ve sonucunu bekliyormuş.
O gün iş dönüşü yöneticiyle yine burun buruna geldik. Selam bile vermeden yanından geçtim. Apartman girişinde kadının kocasıyla karşılaştım. Saç sakal birbirine karışmıştı, bir meczup gibi görünüyordu.
Yüzü hafif kızarmıştı. “Hocam sizinle konuşabilir miyim?” diye söze başladı. “Evet” diyerek başımı salladım.
“Ben sizi dernekte gördüm fakat görmezlikten geldim. Özür dilerim. Sizinle bu koşullarda karşılaşmak istemezdim. Yakında boşanıyorum ve bu evden taşınacağım. Buraya kadarmış.”
Boşandıktan sonra evden gitmesinin gerekmeyeceğini söylediysem de kesin kararlıydı. Yolundan döndüremedim. Vedalaşırken fısıldayarak, “Burada kalamam çok utanıyorum.”dedi.
Sırtını dikleştirmeye çalıştıysa da başaramadı. Kamburlaşmıştı sanki. Arkasından baktım. Birkaç adım attıktan sonra geri döndü ve bana “söyleyin o kadına; evde unuttuğu Kuşkonmazını alsın da öyle gitsin!” dedi ve ayağını sürükleye sürükleye yürüdü, uzaklaştı.
Züleyha Akın – 04 04 2024