Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç, 2015 yılında Nobel ödül töreninde yaptığı “Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine” başlıklı konuşmasında savaştan sonraki kadınların dünyasında her şeyden çok aklında kalanın kadınların ölümden değil sevgiden bahsettiği olduğunu anlatmıştı. Sadece sevgi dolu anları hatırladıklarını… Yaşadıkları ülkede ölümün taa çocukken öğretildiğini… Lanetler ve gözyaşlarıyla yolcu edilen “Kızıl imparatorluk” artık olmasa da “Kızıl insan”ın hala var olduğunu… Umut devrinin yerini korku devrine bıraktığını…
Çok etkileyici bir konuşmaydı, gözyaşlarıyla okuduğumu hatırlıyorum.
Ben bu yaşımda ülkemde “Hiç savaş görmedim” diye göğsümü geremiyorum. Adına “savaş” denmese de bu ülkede bizim çağımızda yaşananlar malum, bu platform da dahil olmak üzere izlerini taşıyan dostlarım var. Onlar anlatıyor hala, bir kısmı bu ülkede bile değil, misafir gibi gelip gidenler var doğdukları topraklara. Vatandaş olmayıp oy veremedikleri için dertlenenlerin hiçbiri asker olamadığı için dertlenmiyor. Cumartesi anneleriyle oturduğum zamanlarda dinlediklerim de var. Yediğim copların ağrısı az kalır dinlediklerimin yüreğimdeki ağrısından.
Kırk yıldan fazla olmuş ben Anadolu’yu gezmeye başlayalı. Her köşesinde ayrı hikâye dinledim bunca yıldır. Eğitim, sağlık, iş gibi olması gerekenlerin olmadığı yerler, sadece bebeklerin gömüldüğü mezarlıklar, tokası olmadığı için annesinin saçını koli bandıyla topladığı güzel gözlü kızlar gördüm. Kendi ülkemde aynı dili konuşmadığım dünya güzeli kadınlarla sohbet ettim, türkü söyledim, yemek yaptım, döşeklerinde uyudum. Köy kahvelerinde saygısızlık olmasın diye gözüme bakmayan erkeklerle dama oynadım.
Taşına elimi sürüp eskitmekten korktuğum yapılar var bu ülkede. Bir kısmında kurşun delikleri var artık. Başımı yaslayıp ağlamak istiyorum onlara. Tüm evladını yitiren annelerle birlikte ağıtlar söylemek istiyorum.
Herkesin kendi savaşını yaşadığı ülkemde, savaşın ne olduğunu sorguluyorum bazen. Hayata yabancılaşıyorum o zaman. Etrafımda akan dünyada herkesin kendi savaşı olduğunu kabul etmek zorunda kalıyorum üstelik. İşte o zaman, kendi iç dağınıklığımın huzuruna sığınıyorum. Ne seçersek seçelim, hayat bazen seçtiklerimizden ibaret değil. O, sadece hayat, seçsek de seçmesek de. Kaderin “dön” dediği, hatta bağırdığı yerlerden elimizi kolumuzu sallayarak geçip gidiyorsak bu seçim değil, hayatın ta kendisi demektir.
Bu ay renkler serisine devam ederek “Mor” rengi yazacaktım ama araya savaş girdi, dengeler değişti. Oysa mor, kadınların rengi. Morun tarihte ve bugün aktif olan pek çok feminist grubun sembolü olmasının kaynağının Hristiyan ve Yahudi inancına göre Âdem’in ilk karısı olduğuna inanılan Lilith’e dayandığı kabul ediliyor. Âdem ve Lilith aynı anda ve aynı koşullardan yaratılmıştır, bu nedenle Lilith erkeğe itaat etmek istemez ve eşitliği savunur; bu sebeple tarihin ilk feministidir. Lilith’in mor ten rengine ya da kıyafete (vücut örtüsü) sahip olması sebebiyle de mor renk feminist düşüncenin sembolü olarak karşımıza çıkar.
Ben hayattaki duruşum, çalışmalarım, emek verdiklerim, dünyayı kucaklamaya hazır yüreğim için yılda bir gün karanfillerle kutlanmak istemiyorum. Türkiye’de 2022 yılının ilk iki ayında 98 kadın cinayeti işlenmişken, kadına şiddet, pozitif ayrımcılık, küçük gelinler, başlık paraları vs. hala devam ediyorken bir karanfille gözümün boyanmaya çalışılmasını hakaret kabul ediyorum. Üstelik dünyada kadınlar hala savaştan sonra kalanlar oldukça benim emeğimin bir önemi yok, kutlanacak bir gün yok benim için.
Ben artık büyük bir “İnsanlık Günü” hayal ediyorum. Kutlamaya değsin istiyorum.
Ayşe Bayvas
Fethiye, 08.03.2022