Kuzey yarım kürede yaz. Toprağın suya hasret olduğu ancak yoğun yağışlarla da boğulduğu, buzulların heybetlerini koruyamadığı, kuraklığın ve sellerin yıldan yıla insan ve canlı hayatını tehliye attığı bir dönemde bahara doyamadan yazı coşku ile karşılamaya çalışıyoruz.
Bir kaç gündür İstanbul bütün kış suyu bekletilmiş havuz gibi kokuyor. Boğazın, göletlerin, su birikintilerinin, cılız derelerin sanki tüm suyu buharlaşmış da metro raylarında pasa, alışveriş merkezlerinde klimaya, insanlarda tere, binalarda betona, yeşil alandaysanız toprağa ve kuru yapraklara yapışıp beraberinde oranın da kokusunu alıp havaya salınıyor. Nem alma makinaları harıl harıl çalışıyor, sokak hayvanlarına konan sular gün bitmeden yarılanıyor. Çöp tenekeleri plastik su şişesi doldu, su satanların işleri açıldı ve hatta damacana suyun fiyatının artması ile arıtma firmaları kapılara dayandı. Bir kesim temiz içme suyuna ulaşamazken bir başka kesim harıl harıl çimen suluyor. Su kenarlarına biraz ferahlık umuduyla yığılmaya başladık. Ağaç gölgesine kavuşanlar şanslı ama şehirde insanlar beton binaların ateş kusan gölgesine sğınıyor. Yazın kuraklığına, suya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyarak tahammül etmeye çalışıyoruz.

Hindistan ve Nepal seyahatlerimde yani yıllar önce dünyanın en kalabalık, hijyen açısından en zorlu bölgelerin buraları olduğunu düşünürdüm. Temiz içme suyuna ulaşmanın bu kadar imkansız olduğu bu yerlerde nasıl olur da Ganj’ın beslediği topraklarda ve denize kıyısı olsa bile temiz kullanım suyuna ulaşmanın da o denli zor olduğuna inanamaz, bu halk nasıl ayaklanmaz diye hayıflanırdım. Kontrolsüz büyüyen nüfusu suçlar, kuraklığın ve kıtlığın faturasını onlara çıkarırdım. Ta ki suyun da temel bir insan hakkı olduğunu öğrenene kadar ya da başka bir deyişle suyun kendi var olma hakkını tanımazsak zaten insanların kullanabileceği bir suyun da olmayacağını öğrenerek…

Himalayardaki kaynağından uzun yolculuğuna temiz olarak başlayıp dünyanın en büyük havzasına bereket getiren Ganj, Hint yarı kıtasında gelişmekte olan endüstriyel bölgelere ulaşınca dünyanın en kirli beş nehrinden birine dönüşür. Nehre günde yaklaşık 1.5 milyar litre işlenmemiş kanalizasyon atığı ve yarım milyar litre sanayi atığı karıştığı söyleniyor. Öyle ki nehre akan kanalizasyon, kimyasal zehirli atıklar ve inanç sistemine bağlı olarak yakılıp ya da yakılmadan atılan ölü bedenlerin nehrin asit oranını arttırdığı için organik atıkları diğer nehirlere oranla 15-25 kat daha hızlı çürüttüğü düşünülüyor.

”19.yy’ın ikinci yarısında Su arıtma tesislerinin kurulmasına dek, dünyadaki hiçbir kent su kaynaklarını insan atıkları ve diğer atıklardan koruyup temiz tutmayı başaramamıştır. Sürekli olarak tekrarlanan hata, her türlü atığı dere ve ırmaklara, denizlere boşaltarak bu atıkların başka yerlere taşınacağını ya da azalacağını ummaktı. Bu hata, tüm yerleşik toplumlarda biriken insan atıklarından ve diğer atıklardan türlerinden kurtulmanın tatmin edici bir yolunu bulma konusundaki daha genel bir başarısızlığın işaretiydi… Üçüncü Dünya’da ki durum, 19. yy Avrupa’sını andırır.Sömürge yöneticileri, yerli halk için kanalizasyon yapma konusunda genellikle isteksizlik. Bir çok Üçüncü Dünya ülkesi, uygun temizlik sistemleri yapacak kaynaklara sahip olmadığı için, kentlerinin manzaraları da yüzyıllar boyunca hemen hemen hiç bir değişiklik göstermedi.” (Clive Ponting/Dünyanın Yeşil Tarihi)

Fotoğraflar Haridwar ve Agra-Hindistan’dan,;;Ganjın bir kolu olan ve ölü yakma törenlerinin de yapıldığı Bagmati Nehri – Nepal’den
Sizce çok mu uzak bu diyarlar? Büyüyen kentlerin en çok derinleşen sorunlarından biri su krizi. Hala uzak diyenlerin bölgesinde ‘su hakkı’ üzerine alışan derneklerin faaliyetlerine göz atmalarını öneririm.