“Benim adım mikrop, bu ismi bana kimin verdiğini hatırlamıyorum, ama çok büyük bir olasılıkla müşfik kız Günay’ın bu ismi bana uygun gördüğü kanısındayım. Nerede doğduğumu hatırlamıyorum. Kendimle ilgili olarak hatırlayabildiğim en eski mekân koskoca bir öğrenci kahvesinin duvara yakın masalarından birinde yedi çift gözün üzerimde olduğu andı. Ben kara, kapkara bir çocuk olarak Günay’ın ellerinde idim. Mevsimlerden kıştı. Ve elleri Günay’ın harikulade sıcaktı. Üzerime dikili gözler de oldukça müşfikti. Bütün gözlerin ve dikkatlerin üzerinizde olması bazen ne hoştur. Ben o zamanlardan birini yaşıyordum ve mutluluğumu anlatacak sözcükleri sevincimden bulamıyordum. Ara ara Günay’ın o upuzun saçlarını tenimde hissediyordum, her temas ettiğinde içimi gıdıklıyordu. Çevremizdekilerin bir sevgi işareti olarak neden burnumun ucunu baş, işaret ve orta parmakları arasında hafifçe sıkıştırmalarını bir türlü anlayamamıştım. Vakit ilerleyip herkes yavaş yavaş evine doğru yollanırken biz de üzerime kitlenmiş bakışlar ve biraz önce anlatmaya çalıştığım o sevgi işaretlerinden sonra mutlu bir şekilde Günay’ın şehir dışındaki evine doğru yöneldik. Caddenin başlangıcındaki tabeladan güç bela okuyabildiğime göre Mithatpaşa Caddesi’ndeyiz. Günay nedense beni hep göğsünün -affedersiniz memelerinin demeliyim- hizasında taşıyor. Kızılay’daki insan kalabalığını aşıp Güvenpark’ın hemen yanından kalkan minibüslere biniyoruz. Beş ve onbeş katlı binaların arasından geçerek uygun bir yerde iniyoruz minibüsten. Üçe ayrılmış hissi uyandıran bir binanın önünde duruyoruz. Halojenli bir ışık mavi bir zemin üzerine beyaz majiskül harflerle “D BLOK”u gösteriyor. Binadan içeri girerken minibüsten beri bizi izleyen ayak seslerinin de peşimiz sıra geldiğinin farkına varıyor Günay. Halojenli lambanın ışıkları gözümü alıyor. İçeri girdiğimizde yolların üçe ayrıldığını keşfediyorum. Tam masallardaki gibi -umarım gökten düşen üç elmayla karıştırmıyorum-. Hani yolların biri iyi olanlar, biri kötü olanlar, diğeri de kurnaz olanlar içindir ya, o yollara benziyor binanın girişi. Elektrikler kesik. Artık ben de izlendiğimiz kanısındayım. Çünkü ayak sesleri giderek daha yakından gelmeye başladı. Ay ışığından yararlanarak içerdeki diğer panoyu okuyabildim: B KANAT yazıyor bembeyaz harflerle. Dehliz gibi uzunca bir koridora giriyoruz. Bizi izleyen adımlar da ardımızdan karanlık dehlize bizimle birlikte girdi. Hem Günay, hem de ben oldukça tedirginiz. O muhteşem doğum anındaki sevinçli zamanlardan sonra ilk tanıdığım duygunun korku olduğunu söylemeliyim. Günay bir eliyle beni göğsüne basarak bir eliyle de duvarı kollayarak ürkek adımlarıyla yola devam ediyor. Karanlıkta el yordamıyla ilerliyor. Elinin biri sürekli duvarda. Tam asansöre ulaştığımızda elektrikler geldi. Asansörün kapısını açıp hızla içeri girdiğimizde arkadan ivecen bir sesle “Bir dakika lütfen!” diyen sesi işittik. Tereddüt içindeyiz. Hareketsiz kaldık. Korkudan olsa gerek, öylece bekliyoruz. Günay’ın eli asansörün düğmesine uzanamıyor. Sesin sahibi ulaştığında bizi izleyen ayak seslerinin de kesildiğini hissediyoruz. Hem meraktan kurtulduk, hem de “artık ne olacaksa olsun” der gibi bakıyoruz asansördeki üçüncü kişiye. Çok geçmeden tedirginliğimiz dağıldı. Üçüncü kişinin Günay’a bakışında düşmanca bir şeyler olmadığını anladık. Yine de ıssız yollardan ve koridordan geçerken arkamızda birilerinin olması kuşkumuzu çoğaltıyor. Huzursuz oluyoruz. Oysa bizi izleyen adımların sahibi genç, gülen gözlerle bakıyordu bize. Günay’la konuşmak istiyordu, fakat söze nereden başlayacağına bir türlü karar veremiyordu. Asansör kata ulaştığında beraber çıktılar ve aynı kata yöneldiler, aman tanrım biraz önce sürekli bizi izlediğini düşündüğümüz ayak seslerinin sahibi bizimle aynı katta oturan komşunun çocuğu değil miymiş! Ne hayret edilecek şey. Bütün gariplikler de bizi buluyor. Neyse konuşmak konusundaki bütün girişimlerinin boşa çıktığını gören genç oldukça kibar bir hareketle “iyi akşamlar” dileyerek kapısına yöneldi. Günay da 43 numaranın kapısını zorluyor. Zorluyor diyorum, çünkü daha sonraları da dikkat ettim kapı galiba bozuk. Kapıyı her açma girişimi bir parça Sakarya Meydan Muharebesi’ne benziyor.
Salona girdiğimizde masanın üzerindeki buruşturulmuş saman sarısı bir kâğıt ilişiyor gözüme, epeyce bir uğraştıktan sonra düzeltiyorum. Kargacık burgacık harflerle şunlar yazıyor kâğıtta:
‘İnsanlar ikiye ayrılır:
1- Kedi sevenler
2- Kendini sevenler.’
Kedi sevenler, her fırsatta kedinin nankör olduğunu söyleyen kendini sevenlere, kedinin nankör değil “minnettarlık duygusundan gebermeyen” bağımsızlık duygusu gelişmiş bir canlı olduğunu söylerler.”