1 Temmuz 2021. Galiba unutamayacağım bir gün olarak kalacak belleğimde. İstanbul Sözleşmesi’nin “artık daha ahlaklı olacağız” diye iptal edildiği gün… Ve sokaklarda kadınların tsunami gibi aktığı gün…
Gökkuşağının renklerine bürünmüş kadınlar. Mor, kırmızı, sarı, siyah, irili ufaklı pankartlar. Birinin arkasından mor, diğerinden mavi bir saç akıyor… Sarısı karası, ak saçlısı, uzunu kısası, başörtülüsü, yemenilisi, şapkalısı… Kimi örmüş saçını, kimi atkuyruğunun üzerine renk renk halkalar takmış, yedi renkli şemsiyesini açmış… Minilisi, maksilisi, şortlusu… Renk renk, cıvıl cıvıl bir topluluk. Ağız ve burun yok ortada, sadece göz hepsi. Kocaman açılmış, merakla, kararlılıkla, coşkuyla bakan temiz, umutlu, genç gözler…
“İstanbul Sözleşmesi yaşatır”… “Yaşasın kadın dayanışması”… “Sözleşmeden vazgeçmiyoruz”…
Kimi zaman zıplayarak, kimi zaman dans ederek, eğilip bükülerek, bir ağızdan haykırarak akıyor İstiklal Caddesi. Karşılarında polis barikatı… Mor boyalı tırnaklar yıkıyor barikatları…
Doğrusunu isterseniz 80 öncesi kadın hareketi içinde aktif olarak yer almış ve mücadele etmiş bir kadın olarak bugün yaşananlar; bu gencecik kadınların barikatlarının önünde korkusuzca durması hatta zaman zaman onları aşacak güç ve kararlılıkta olması beni çok heyecanlandırdı. Orada olmayı ne kadar isterdim. Televizyonlar, Türkiye’nin dört bir yanında aynı anda sürdürülen protestoları göstermediği için sosyal medyada izlemeye çalıştım neler olduğunu. İzlerken de daldım gittim eski günlere.
70’li yıllarda da kadınlar sokaktaydı. İçinde yer aldığım kadın hareketi İKD de binlerce kadının katıldığı büyük eylemler düzenlerdi. İster istemez düşündüm o günkü halimizi. Biz feminist değildik. Sosyalisttik. Kadının kurtuluşunun toplumun kurtuluşuyla gerçekleşeceğine inanırdık. Elbette buna rağmen sadece kadınlara yönelik taleplerimizi de yükseltir ve bunun de için mücadele ederdik. Ama bugünkü kadın hareketi kadar renkli değildik. Ve hatta, şimdi düşünüyorum da sıkıcıydık da galiba. Geleneksel yöntemleri kullanır, kendimizce “akıllı uslu” davranır, “bir devrimciye yakışacak” biçimde hareketlerimize, giyim kuşamımıza dikkat ederdik. Bir devrimcinin nasıl olacağını da romanlardan öğrenmiştik. Eski fotoğraflara bakıyorum da, pantalon giyenimiz hemen hemen hiç yokmuş. Etekliydik çoğunlukla, eteklerimiz dizaltındaydı. Şort? Hiç görmedim ve duymadım. İnce askılı, açık yakalı bluz? İmkansız. Eylemlerimizin güvenliği de erkek arkadaşlar tarafından sağlanırdı. Oysa bugün tüm örgütlenme, koruma, haberleşme, medya etkinliklerinde kadınlar var.
Bugüne baktığımda inanın ki bu genç kadınların cesaretlerine hayran oluyorum. Bizim cesaretimiz de coşkumuz da klasikti, o günün koşullarına uygundu. Politik yelpazemiz dardı. Genellikle her örgüt kendi politik görüşlerine yakın örgütlerle birlikte hareket ederdi. Bugün ise bu birlikteliğin ve kadın dayanışmasının çok daha farklı ve gelişkin olduğunu görüyorum. Bu farklılık onları güçlü yapıyor, birarada tutuyor.
Bu kadın hareketinin içinde şimdi isimlerini tekrar edemeyeceğim sayıda farklı kadın örgütü ve LGBT hareketi var ve bunlar, bir yandan kendi yerel ve öznel çalışmalarını sürdürürken, bir eylem, yürüyüş ya da protesto söz konusu olduğunda, farklılıkları değil ortak hedefi önlerine koyarak birlikte hareket ederek inanılmaz bir dayanışma içinde işbirliği yapabiliyorlar. Türkiye’deki bu yeni kadın hareketinin gücü de buradan geliyor sanırım.
Bu hareketin, kısa süre içinde üzerine ölü toprağı serpilmiş muhalefeti de hareketlendireceğine; güçbirliğinin, dayanışmanın, birlikte hareket edebilme anlayışının başarıya götüren yol olduğunun farkına vardıracağına inanıyorum. Bu kez ilaç kadınlar. Eylem alanlarını eğlenceye, renge, dansa, müziğe çeviren, özledikleri özgür yaşamı elleriyle yeniden kuracak olan kadınlar…