Müfide Ferit Tek geçen yüzyılın yirmili yıllarında yazdığı Aydemir, Pervaneler, Leyla, Bağışlanamayan Günah romanlarıyla adını duyuyor. O da Halide Edip Adıvar gibi dönemin en tanınmış yazarlarından.
Bağışlanamayan Günah: Şaşırtıcı bir mektup-roman
Birkaç yıl önce elime ‘Die Unverzeihliche Sünde’ (Bağışlanamayan Günah) adında Almanca’ya çevrilmiş bir kitabı geçti. Kitabın Türkçesi yok ya da kayıp. Roman, Kurtuluş Savaşı’nda geçen bir aşk öyküsünü anlatıyor. Evli bir kadın, Atatürk’ün yanında savaşan yüksek rütbeli inanılmaz yakışıklı bir askere delicesine aşık oluyor. Evli olmasına rağmen gizli bir aşk yaşıyorlar. Kocası ile ilişkisiyse iyice tükenmiş. Ama kadın yakışıklı sevgilisinin onu Yunanlı kadınlarla aldattığını düşünüyor ve çok kıskanıyor. Böyle bir kıskançlık anında kocasıyla yeniden beraber oluyor. Sevgilisiyle buluştuğunda da onu kocasıyla nasıl aldattığını anlatıyor. İşte bağışlanamayan suçu da bu. Sevgilisi onun kendisine kocasıyla ihanet ettiğini duyduğunda ona hakaret edip bir daha dönmemek üzere çekip gidiyor.
Roman, mektup biçiminde. Kadın, sevgilisine bütün içsel fırtınalarını ve pişmanlığını anlatan bir mektup yazıyor. Ne tuhaf değil mi? Kadın gizli bir aşk yaşıyor. Sevgilisini kocası ile aldatıyor ve bunu ondan öç almak için yapıyor. Ama öfkesini dile getirdiğinde çok pişman oluyor. Aslında en büyük suçu kendisini gerçek bir kahraman olan sevgilisiyle eşit görmesi, sen kadınlarla fingirdersen ben de kocamla fingirderim durumu. Bundan çok pişman ama iş işten geçtikten sonra…
Ataerkilliğin içine kilitlenen feminizm
Tabu bir konuyu cesurca işlediği için aşırı feminist bir roman. Bu yönüyle çok ilginç geldi bana. Ama yine de ataerkilliğin sınırları içinde kalıyor çünkü erkeği kadından üstün bir varlık olarak görüyor. Kadının en büyük yanlışı da kadınlığını unutup erkekle boy ölçüşmeye kalkışması. Öte yandan ataerkillik bu romanda asker olmak, kahraman olmak gibi eril kodlarla bütünleşiyor. Nitekim kadın, sevgilisini neredeyse insanüstü bir varlık olarak betimleniyor.
Roman aşırı gerilimli, dil, anlatım güzel, bir anda kavrıyor insanı. Stephan Zweig’ın romanlarını yakından hatırlatıyor. Türkçe’ye çevrildiğinde belki de çok satar romanların içine girer. Özellikle de o dönemde yazılmış sıra dışı bir aşk öyküsü olduğu için…
Bu kitap Selahattin Dilidüzgün tarafından dilimize çevrildi, pek yakında da Müfide Tek’in diğer romanlarıyla birlikte İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanacak. Müfide Tek’in Kemalist ideolojiyle bire bir örtüşen ve bu açıdan da o dönem için çok ilerici bir yanı olan romanlarını bugünün açısından yeniden okuyarak, hem romanlarındaki feminist bakışı irdelemek hem de milliyetçi bakışı sorgulamak tarih çalışmalarına yeni bir bakış getirebilirdi
Bir çocuğun bakış açısından
Doğan yayınlarında çıkan MAVİ EŞEK adlı anı-romanımda – ilk kadın yazarlarımızdan halam Müfide Ferit Tek’i on iki yaşındaki bir çocuğun bakış açısından anlatıyorum. Bu yazımda da halamı sevgiyle anarak bu anımı paylaşıyorum.
“Halaların halası Müfide Ferit Tek
Yıl 1960, 27 Mayıs yaşanmış babam üniversiteden kovulmuş, iş arıyor. Ben on iki yaşıma yeni girmişim.
Müfide Halam babama “Aman kardeşim sana askerler dış işlerinde doğru düzgün bir şey önerirse sakın reddetme” gibi akıllar verdikçe babam deliye dönüyor. Ama halamın askerlere çok daha farklı bir bakışı var.
Müfide halama göre dünyanın en önemli mesleği elçilik. Bir dönem İçişleri Bakanı olan Ferit eniştem uzun yıllar yurt dışında elçilik yaptığı için yıllarca İngiltere’de, sonra da Japonya’da yaşamışlar, dünyayı gezmişler, Hindistan’a bile gitmişler.
Müfide halam ailemizin büyüğüdür ve konuşmasıyla, hali tavrıyla, şık giysileriyle diğer halalarıma hiç benzemez .Örneğin Fahire halam dünya şekeridir, yumuşacık, tatlı bakışlı, alçakgönüllü, sade, kendi halinde bir insandır, ama içindeki güneş bir anda ısıtıverir insanı. Öyle sıcak bir insandır ki ona bakmaya doyamam. Halalarımdan en çok Fahire Halamı severim.
İlk fotoğraf sanatçılarından Yıldız Moran’ın annesi olan Nemide halam ise tam anlamıyla delidir, hiç yoktan bağırıp çağırıp seni yedi kat yerin dibine batırırken, bir anda göklere de çıkartabilir. Acayip fedakârdır, kendini sevdikleri için deliler gibi harcar ama babamın söylediğine göre kendine hiç hayrı yoktur. Müfide halamın tersine erkek gibi kalın bir sesi vardır, görünüşü de kadından çok erkeğe benzer. Durmak bilmez, sürekli hareket halindedir, durmadan da şuna buna emirler verir insanları işletir, istedikleri yapılmazsa da ortalığı birbirine katar. Hali vakti yerinde olmasına rağmen her işe o koşar. Kendisi için para harcamaktan da hiç hoşlanmaz. Hastalanacak olsa dünyada doktora gitmez. Ne gerekirse kendi yapar. Evde badana mı yapılacak hemen boyaları ve fırçaları alıp kolları sıvar, bizlerden biri ona yardım etmeye kalkışacak olsa hemen kovar. Üç ayda elli kilo atma gibi şok perhizleri vardır ama hiç biri işe yaramaz, işe yaramadığını söylersen de seni bir kaşık suda boğar. Bütün hastalıkları ve bütün ilaçları ezbere bilir ama bu bilgilerin de ne işe yaradığı bilinmez. Sağı solu hiç belli değildir. Ondan ödüm kopar.
Halalarımın içinde en yetenekli olan Yusuf Akçura’nın eşi Selma halayı ise hiç tanımadım. Ben daha doğmadan ölmüş. Onu tanımayı çok isterdim, çünkü birbirinden güzel öyküler yazarmış, ondan söz ederken babamın gözleri dolar.
Halama misafirliğe gidiyoruz
Kabataş’tan arabalı vapurla karşıya geçerek Müfide halamın Moda’daki evine yemeğe gittiğimizde bizim için çok şık bir sofra kurulmuştur bile; ipek sofra örtüsü, kenarları dantelli pırıl pırıl ütülenmiş keten peçeteler, incecik kar beyazı porselen tabaklar, gümüş çatal bıçaklar, kristal kadehler… Beyazlar giyinmiş çok kibar bir garson güler yüzle hizmet eder. Ama her gittiğimizde karşımıza başka bir hizmetkâr çıkar, çünkü Ferit eniştem kimseyi kolay kolay beğenmez, durmadan adam değiştirir.
Halama gittiğimde anında küçük hanımefendi olurum. Sol elimde çatal, sağ elimde bıçak her zamankinden daha özenli yerim yemeği. Ağzımda yemek varken konuşmam, peçeteyle ağzımı silmem, kimseye çaktırmadan ayaklarımı altıma alıp oturmam (bu yöntemi zaten beni olur olmaz mutfağa göndermesinler diye uyguluyorum, burada Allahtan öyle bir tehlike yok), yani annemi çıldırtan hiçbir şeyi yapmam. Bu nedenle bizimkilerin içi benden yana rahattır, ters bir şey yapmayacağımı bilirler. Şimdi de bir konuşmaya dalmışlar, kimsenin gözü üstümde değil.
Kristal bardaktaki kızılcık şerbetinden tadıyorum azıcık, güzelmiş, buz gibi üstelik de. Ayyy ya şunu şimdi şu kar beyazı ipek örtünün üstüne dökecek olsam? Ferit enişteye göz ucuyla baktığım anda tüylerim diken diken oluyor.
Mantıların en lezizi
Bir keresinde fırında yapılmış nefis bir yoğurtlu mantı yemeği vardı. Halam boğazına düşkün olduğu için yemekleri her zaman çok lezizdir. Şu mantı müthişti, hele sonradan gelen creme brule… Bunu da ilk defa tadıyorum. Bizde tatlı olarak her çeşit meyvenin dışında pasta, profiterol, cevizli kabak tatlısı, sakızlı muhallebi, revani, fıstıklı baklava, kaymaklı ayva tatlısı ve dondurma yenir. Yani bunların hepsi aynı anda yenmez tabii. Bütün bir yıl içinde, özellikle de doğum günü ve yılbaşı gibi özel günlerde yediklerimizi sayıyorum.
O gün de halama bu güzel yemek için “Harika olmuş, elinize sağlık halacığım” gibi kibarca bir şey söylemeye kalkıştım ki bin pişman oldum. Küçüklere sofrada konuşmak, hele hele “elinize sağlık” gibi ordiner (bayağı) sözler söylemek hiç mi hiç düşmezmiş. Ne ters adam şu Ferit enişte. Çatacak adam mı arıyor ne.
Canım sıkıldı, babama da bana güldüğü için. Babam çocukların büyükler gibi konuşmasını çok komik bulur. Bir keresinde bir arkadaşı ben odaya girdiğimde bana selam vermek için ayağa kalkmıştı. Ben de kibarca “Lütfen rahatsız olmayın efendim” dedim, o anda babamı gülmekten öksürük tuttu. Yerin dibine girdim.
Süslü villa, süslü giysiler, şık şapkalar ve Christian Dior
Halamın mermer merdivenli, yüksek nakışlı tavanlı evinin her yeri kristal avizeler, yaldızlı aynalar, oymalı masalar ve komodinler, süslü püslü biblolarla tıka basa doludur. Yatak odası da sedef kakmalı antik karyolası, ipek gibi yumuşacık yatağı ve uçları dantelli pembe ipek çarşafları, duvardaki yaldızlı çerçeveli büyük aynası ve pembe perdeleriyle tam bir kraliçe odası, tıpkı masallardaki gibi.
Halamın görünüşü de iki dirhem bir çekirdektir, Paris’den alınmış şık tayyörler, süslü püslü şapkalar. Halamın bize geleceğini duyduğum anda, o daha gelmeden anneme göre iç bayıltıcı bana göre çok güzel kokusu dolar burnuma: Christian Dior kokusu…
Büyükler halamın güzel ve lüks yaşamaya bayıldığını söylerler, şık giysiler, seyahatler, lokantalar filan…Halam hep güler yüzlü ve tatlı dillidir, onun bir gün bile yaşlı nineler gibi dır dır dır söylendiğini, şuram ağrıyor, buram sızlıyor dediğini duymadım. Keyfi hep yerindedir. Yine de onu sinirlendiren şeyler var tabii, örneğin kendisine “Madame” denmesi, o zaman kaşlarını çatarak “Müslümanım elhamdülillah” diye terslenir. Babam “Bu ne Müslümanlık yahu” diye halama çok güler, ama halam benim gibi değil, kolay kolay alınmaz.
Halamın romanları
Müfide halam yazardır, bir dönem romanlar yazmış. Pervaneler ve Aydemir diye romanları varmış, belki ileride okurum. En sevdiği roman da Çalıkuşu’ymuş. Anadolu’da öğretmenlik yapan çok cesur ve dik kafalı bir genç kızı anlatıyormuş. Çalıkuşu’nu da okumadım daha. Ama şu Pardayanları bitirdikten sonra kesin okuyacağım.
Halamı en kızdıran şey bizde erkeklerin kadınlardan daha üstün olduklarını düşünmeleri. Aslında bu yalnız bizde değil, her yerde böyleymiş. Örneğin Alman bir bilim adamı varmış, kadın beyninin 1100-1300 gram geldiğini, erkek beyninin ise 1200-1400 gr. geldiğini, yani erkek beyninin daha ağır olduğunu, bu nedenle de erkeklerin daha akıllı olduğunu iddia ediyormuş. Bunu kanıtlamak için de öldükten sonra beynini tartmalarını söylemiş. Ama adamın beyni tarttıklarında 1195 gr. gelmiş yaa, yani vasat bir kadın beyninden 5 gram eksik.
Eminim Ferit eniştenin beyni de halamınkinden daha hafiftir.1100 gramı kesin geçmiyordur. Yani Ferit enişteninki 1100 ise halamınki en azından 2300 gramdır. Ferit enişte içişleri bakanıymış, elçiymiş, ne olmuş yani, halam da yazar. Ama yazmayı bırakmış artık, yazdıklarından da pek söz etmez.
Ben de yazar olacağım
Ben de belki ileride yazar olmak istediğimi söylediğimde halam bir şey demedi ama 1100 gr. beyinli Ferit Enişte karşı çıktı. Yazarlık lüks bir meslekmiş, çünkü hiç para getirmezmiş. “Önce bir baltaya sap ol da, sonra yazarlığı düşünürsün “dedi. “Tabii kendine zengin bir koca bulursan iş değişir”.
Halam da benim gibi güzeller güzeli cici bir kızın mutlaka bir gün eli comme il faut (hal tavır bilen) yakışıklı bir hariciyeci bulacağını söyledi. On yıla kalmaz benimle evlenmeye can atan birbirinden yakışıklı, varlıklı genç elçi adayları kuyruğa girip kapımıza dayanırlarmış. Ferit enişteden yine azar işitmemek için sesimi çıkarmadım.
Herkes istediğini hayal etmekte serbest tabii (sonunda halam da roman yazarı) ama neden bu hayalin kahramanı ben oluyorum, işte bunu kafam almıyor. Aslında halam kadının çalışmasından yana ama elçi koca da ona göre hayat sigortası. İlerde sürünmemi istemiyor hepsi bu işte. Onun için halama kızamıyorum.
Babama gelince elçilik umurunda mı. Üniversiteden kovulunca evlere temizliğe giderim, cam silerim, bahçıvanlık yaparım, garsonluk yaparım yine de askerlerin hiç bir önerisini kabul etmem diyor.
Hayatımda babamın ev temizlediğini, cam sildiğini görmedim, şimdi nasıl olacak bu?
Kocaman bir bahçemiz var, bir gün bile babamın bahçede çalıştığını görmedim, şimdi bahçıvan mı olacak? Hele garsonluk, gülmemek için kendimi güç tutuyorum, anında bütün tabakları, bardakları düşürürdü babam, mutfağa girdiğinde balık pişirmekten ya da makarna yapmaktan başka bir şey elinden gelmez ki!
Geceleri yattığımda büyüklerin harflere benzediğini düşünüyorum. Annem tam a-nne gibi A, çünkü iki ayağının üstünde sımsıkı duruyor. Babam inişleri çıkışlarıyla tipik bir M. Anneannem Y, koskocaman bir yüreği var, kollarını açmış bütün dünyayı kucaklıyor, tek ayağın üstünde dursa bile… Halam O, yusyuvarlak, keyifli, kendi dünyasında yaşıyor. Ferit Enişte ise bence tipik bir T. Kafasının üstünde dümdüz bir tahta, olduğu yerde kalmış…”