Bugün pazardı. Burnumu hiç dışarı çıkarmadan evde oturdum. Arada sırada başını bulutların arasından çıkaran güneş pencereden bir bakıp kaçıyor. Kuşları bekledim, gelip balkonda yem yesinler diye, gelmediler. Yeni ev sahibimiz bahçedeki ağaçları öyle bir kesti ki, ne kuş kaldı ne de sincap.
Bugün miskinlik yaptım biraz. Bir koltuktan kalkıp diğerine oturdum, Zamphir dinledim, zapping yaptım, Facebook’ta dolaştım, Emaillerime baktım, hiçbirine yanıt vermedim, birkaç çakıl taşı boyadım. Gittim geldim fındık fıstık ve çikolata yedim. Canım zararlı faaliyet yapmak istiyor hala, en sonunda da kenarda unuttuğum kişniş şekerini buldum. Az sonra o da biter zaten. Sen sağ ben selamet.
Kişniş şekeri dişlerimin arasında gevrek gevrek çıtlarken çocukluğumu düşündüm. Evde ne yapardım diye. Evde mi? Biz sokaktan içeri hiç girmezdik ki. Ananem bizi öğlen uykusuna yatırırdı. O kapıyı kapatıp çıkınca ve kardeşim de uyuyunca yatağın içine birşeyler doldurup pencereden kaçardım dışarıya. Bir kaç saat sonra tekrar girer pancereden, gözlerimi oğuştura oğuştura çıkar odadan, sütümü içer fırlardım yine sokağa. Bugün sokağa baktım, bir tane bile çocuk yok. Oysa bugün pazar. Yağmur yok, kar yok, fırtına yok. Bütün çocuklar sokakta olmalı. Anneler pencerelerden avaz avaz bağırmalı çocuklarına.
Bu semtte beni rahatsız eden şeyin ne olduğunu anladım nihayet. Çocuk sesi yok bu semtte. Evimin arkasında yemyeşil bir bahçe, bir tane bile çocuğun oynamadığı, ağaçlara tırmanmadığı kocaman bir bahçe. Evimin önü ise bir çıkmaz sokağın dibi. Tek tük arabanın dönüş yaptığı koca bir boş alan. Çocuklar için biçilmiş kaftan. Oysa, yere tebeşirle çizilmiş tek resim yok. İp atlayan, yakan top oynayan, kaldırım kenarına kurduğu kaleye gol atmaya çalışan, çember çeviren, bisiklete binen, bahçe duvarlarında oturup gelen geçene takılan… Kimseler yok. Kuşlar da yok, sincaplar da. Köpekler bile havlamıyor. Çocuklar olmayınca onlar da olmaz ki.
Galiba çocuklar kentleri terketti. Acaba Fareli Köyün Kavalcısı peşine mi taktı çocuklarımızı; yoksa çocuklar “kötü cadı”nın tuzağına düşüp pasta evin fırınında kurtarılmayı mı bekliyorlar; belki de bir tavşanın peşine takılıp Harikalar Diyarı’nda kayboldular; sakın sihirli fasulye ağacına tırmanıp bulutların üzerinden bize bakıyor olmasınlar.
Keşke öyle olsaydı. Aslında onlara ne olduğunu biliyorum. Artık masallarda değil büyülü ekranın sanal derinliklerinde dolaşıyorlar. Şimdi penceremin önünden bir çocuk geçse. Cebindeki cevizli incirlerden birini kendi yese, diğerini köpeğine verse, birlikte çığlık çığlığa koşsalar ormana doğru.
Çocuk sesleri doldursa odamı…
Dedim… Dedim ama aklıma deprem çocukları takıldı. Oysa bu yazıya başlarken, „Berin, sakin ol, bu yazıda bari düşünme o çocukları“ demiştim. Olmadı yine. Artık orada da, deprem bölgelerinde de neşeli çocuk çığlıkları duyulmuyor. Oysa bir kaç ay önce oralardaydım, sokaklar çelik çomak oynayan çocuklarla doluydu.
Şimdi kimi isimsiz bir mezarın dibinde, kimi enkazla birlikte beton yığınlarının arasında… Kurtarılanlar ailelerine kavuştu mu acaba? Gönüllülerin kurdukları eğlence çadırlarından çıkınca ne yapıyorlar ki? Ya ailesiyle birlikte bilmediği kentlere göçen çocuklar, rüyalarında mutlu oldukları günleri anımsıyor mu ki?
Ama iflah olmaz bir umutçu olan bu arkadaşınız, birgün memleketinin sokaklarının da cıvıl cıvıl mutlu çocuk sesleriyle dolacağına inanıyor. O günler çok uzak değil.
(İllüstrasyonu 2000 yılında ben çizmiştim)
