
O GECE VE SONRASI…
Bu sefer çok kararsızlık çektim yazıma başlarken.
Size, yine gençlik yıllarımdan, parti üyesi olduğum günlerden hafif gülümseten trajikomik bir şeyler anlatacaktım.
İlk düşüncem buydu. Sonra, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününe aktı gönlüm. Derken Femtrak grup yazışmamızda 12 Mart’ın yıl dönümünün geldiği vurgulanınca, hayatımızın akışını bıçak gibi kesen, geleceğimizi değiştiren o kara darbe öne geçti beynimde…
O geceyi hatırladım.
Bebek’te bir evdeyiz. Öğretim üyesi bir arkadaşımız ve eşinin evi. TİP Beyoğlu İlçeden bir grup olarak toplanmış, partimizin yapılamayacak olan son genel kuruluna sunmak üzere rapor hazırlıyoruz. İl yönetim kurulu üyesi olan eşim de bizimle. Çok zor günlerin gelmekte olduğunun farkındayız ve var olan parti politikasını kıyasıya eleştiriyoruz. Önerimiz parti olan tüm güçlerin ivedilikle birleşmesi. Bitirdik raporu. Heyecanlıydık…, partiden ihraç edilme olasılığı vardı. Çünkü örnekler vardı. Birnur, eniştesi Aziz Çalışlar’ın evine gitti. Bahattin’in evi yakındı zaten. Birkaç kişi ona gittiler. Biz Yüksel’le salonda bir yer yatağında yattık. Sabaha karşı başka bir kattan gelen radyo sesiyle uyandım. Darbe ilanını okuyan bir ses… Önce uyku sersemi Güney Amerika’da bir yerde darbe oldu diye düşündüm. Ve birden ayıldım. Uyandırdım herkesi. Gün ağarıyordu. Pencereden baktık, askeri araçlar dolu bir şekilde geçmeye başladı. Toplama başlamıştı.
Bir kahve içtik, az sonra bizim kapının da zili çaldı. Ev sahibi arkadaşlarımızı götürmeye gelmişlerdi. Bize siz kimsiniz diye sordular, biz saf bir ifade ile misafiriz deyince bizi bıraktılar. Oysa Kadıköy’de olan evimize bizi de almaya gelmişler bile, sonradan öğrendik.
Ve biz iki misafir ve Ayla’nın çok hasta ve yaşlı, yatan annesi baş başa kalakaldık. İlaçlarını bile bilmiyoruz, Ayla karakolda polisleri ikna etmiş, akşam üstü onlarla tekrar geldi, kazaklar aldı. Annesinin ablasının evine aktarılması için yardım istedi ve giderken bize evde ne kağıt bulursanız yok edin diye fısıldadı.
Biz bütün gece yazdığımız rapor, bulduğumuz bildiriler, politik metinler ne geçerse elimize minik minik yırtıp, Etiler’den Bebek’e inen yokuşa rüzgara savurduk. Her yeri didikleyip durduk. Kabus gibi bir geceydi.
Ertesi gün Ayla’nın annesini yollayabildik ablasının evine.
Ve sonunda sokağa çıkma yasağı kalktı. Kalktı ama nereye gidecektik?
Günler oradan oraya savrularak geçti. Aylara döndü günler… Evimize arada bir uğrayarak nasıl geçtiğini bile hatırlayamadığım bir zaman dilimi.
Yok olan bir sosyal yaşam, yalnızlaşma, her yerden gelen işkence haberleri, evlerinde vurulup ölü vücutları sokağa sürüklenen gencecik insanlar, saklanarak yaşayan arkadaşlar, yurtdışına kaçanlar…Yakalananlara verilen uzun ve ağır hapis cezaları, idamlar… Ve her gün, her gece televizyonda Kenan Evren. Asmayalım da besleyelim mi diye şehir şehir gezip attığı nutuklar. Başarılı sonuçlar veren politika düşmanlığı, insanları politikadan uzaklaştıran yeni bir toplum inşa etme çalışması.
Bir yıl geçti böyle… Ben o arada bir bebek doğurdum ve diken üstünde de olsak, evimizde kalmaya başladık. Oğlum dört-beş aylık ancak vardı. Bir telefon geldi. Yönetim kurulu üyesi olduğum ve 12 Eylül’den beri kapalı olan Görsel Sanatçılar Derneğine gelmişti sıra. Zaten iki dönem başkanlarımız Orhan Taylan ve Cihat Aral hapisteydi. Arkadaşlardan birini, iş yerinden almışlardı. Patronu arıyordu. Listede adını gördüm, sana geliyorlar çabuk kaç dedi. Aklıma gelen, bebeğe ait her şeyi yatak örtüsüne yığdım, bir çıkın yaptım. Oğlumu kapıp fırladım evden. Yine uzun bir kaçma dönemi, kardeşime, hala görüşebildiğim arkadaşlarıma…başka şehir ve otellere… Bütün derdim ayrılacaksak süt verme dönemini geçirebilmek. Ve sonunda yine eve dönüş… Kapının altında bir komiserin adı yazılı notlar ve telefon numarası. Siz ifade vermeden dosya tamamlanamıyor, arkadaşlarınız hapiste sizin ifade vermenizi bekliyorlar. Bebeğimi ablama bıraktım ve 1. Şubeye gidip verdim ifadeyi.
Uzun ve sessiz bir dönem geçti. Bir gün oğlumu pusete koyup çıkarken kapı çaldı. Karşımda yine askerler ve bir mahkeme celbi. Ertesi sabah Selimiye kışlasında mahkemeye çağırılıyorum. Yine korku… yine oğlum ablama teslim. Gittim mahkemeye. Sonuçta beraat ettik. Ve hakim albaydan bana nasihat; Bak özellikle sana söylüyorum, bebeğin var. Bir daha karışma böyle işlere…Karıştığım ne? Bir sanatçı derneğinin yönetim kurulunda olmak ve bir parti üyeliği…
Bazen insanı gerçekten çok şaşırtan şeyler oluyor. Aradan on yıl geçti sanırım. Babam geldi bir akşam. Babam MSÜ’de öğretim üyesi ve sınav komisyonu başkanı idi o günlerde. Bugün ne olduğuna inanamayacaksın dedi. Bir albay gelmiş ziyaretine. Demiş ki ben Selimiye’de kızınızı yargıladım ve beraat ettirdim. Şimdi kızım okulunuzun sınavına giriyor, alacaksınız onu. Babam bakmış adama, albayım demiş, siz bir 12 Eylül mahkemesi yargıcıydınız. Kızım suçlu olsa eminim bırakmazdınız onu. Şimdi kızınız girsin sınava, hakkıyla kazansın, sonra beni baba bilsin… Nasıl hikaye ama?
Kız kazanamadı sınavı bu arada.
Evet çok ağır yaşandı 12 Eylül. Kişisel ve toplumsal bazda çok ağır bedeller ödendi.
Yazıp yazmamayı çok düşündüm ama gencecik bir insanken, 12 Mart’ da hapis yatan, dayak yiyen, daha sonra, sokağa çıkma yasağı olan 1 Mayıs 1979 da sokağa çıkan tüm TİP’li arkadaşlarla dövülerek tutuklanan, oğlumun babası Yüksel Gürsel için, 12 Eylül günleri çok ağır geldi. Psikolojik sorunları başladı. Bütün bu yaşananların yanı sıra böyle bir sıkıntıyı da yıllarca yaşadık. Sonunda kaybettik onu. Üzüntü ve sevgiyle anmadan bitiremeyeceğim yazımı. Bana düşen en büyük bedel de bu oldu.
Nesteren Silivrili, Mart 2025