
“Kaç kez yanardı insan?
Kaç külün hikâyesiydi?” diyen Servet Üstün Akbaba’ya…
I.
Tenhalaşan yollardan, kendime yaban zamanlardan ve bin dilli yerlerden geçerek gelmiştim. Ölümsüz bir dille konuşmuştum seninle. Hiçliğin sarkacında unutulmuştu ömrümüz. Dünya tarihi kadar eski bir dille hecelemiştim seni.
Tedirgin kuşların kanatlarıyla dönmüştüm yıkık bir kente. “Gelirken kuşların sesini de getir” diyen sesinden doğurmuştun kendini. Ben ise ayrılıklardan…
Yıkık değirmenin orda “İnsan kendini beklerken tanır” demiştin. Eski ve yanık taşın üzerinde içimin gökyüzünden geriye sadece küller kalmıştı. Hava ormanın derinliklerinde birden bire kararmıştı. Sırtımızı yasladığımız o bilge ağaçlar evrenin aklına dönüşmüştü.
II.
Kuşların şarkıları yeryüzünü anlatıyordu, aydınlık yeryüzünü… Çamaşır ipinde salınıp duran örtüler rüzgârın uğultusunu artırıyordu. İşlemeli taşların sessiz tanıklığından söz ediyordu biri, o muazzam ağırlığından…
Karıncalardan öğrendiklerimi suya anlatıyordum. Atlaslarda yer almayan ırmaklardan söz ediyordu biri. Acının kıpkırmızı aktığı sulardan, zorunlu göçlerden ve uzun sürgünlerden söz ediyordu…
Geceye düş, sabaha ışık, dile söz olmuştuk. Bütün bayraklar buluttandı. Eski ve kadim halkların kokusu sinmişti saçlarına. Tarla kuşunun sesiyle güzelleşmişti dünya.
Kavimlerin kırıldığı uzun sürgün günlerinden söz ediyordu biri, içlerinden akıp giden ırmakların suyunun nerede denize ulaştığından…
III.
Kaç kez yanardı insan? Kaç kez kırılırdı? Ömürleri kaç külün hikâyesiydi?
Boşluğun diliyle konuşurduk. Tanrının günah işlemekten korktuğu zamanlardı. Örümceğin ağının nasıl görkemle kurulduğuna tanıklık ediyordun. Hayran kalıyordun bir orkidenin çıplaklığına.
Uyanıyordun sadece geceleri büyüyen kozalakların çıtırtılarından. Uçurumun kıyısında anlamını tartışıyordun eski hayatların. Kuş yuvasını, su yatağını, yaprak dalını, yel ovasını arıyordu. Ay ise dağını…
IV.
Geride kalmıştı yabanıl tepenin uğultusu. Sahafta altı çizilerek okunmuş bir kitabın kokusu. Son söz de çoktan yağmurlarla gitmişti. Fırtınalı bir vadide doğmuştum. Ayaklarımda uzun yolların tozu, yontarken rüzgâr arzumuzu, işte buradaydım. Ruhunu yitirmemiş antik bir taşın basamaklarından o görkemli dağın zirvesine çıkıyordum. Çıplak bir yalnızlığa dönüyordu gece.
Kapısı dağa açılan bir evim ve devlet sırlarını gizleyen eski bir radyom vardı. Eski bir tarihten, zaman dışı bir andan ve yitik bir ülkeden yayın yapan kısa dalga bir radyoydu bu. Aramızda sere serpe yatan gerçek, siyah bir yılan gibi sürünüyordu. Kimse yoktu gideceğim şehirlerde, herkes kendine kiracıydı.
Kehribar gözlerine yansıyan yıldızların parıltısı geliyordu aklıma. Yüzüm dönüyordu sesinin atlasına. Zamanın sınırına uzanıyordu. İçimizden ışık, boşluk ve aşk geçiyordu ve yitik dostların son sözleri…
V.
Taşın sabrından bellemiştik beklemeyi. Kirpiklerimizde tutku dolu zamanların izi. Eski bir alfabenin harflerini taşıyorduk yeni bir kente. Suskun sarnıç, kör kuyu ve sapsarı çöl kalıyordu aklımızda. Zamanın titreşen sarkacında boşluğun gizemi. Dilimizi bir arzudan, yaşamak ve var olmak arzusundan doğuruyorduk.
Boşaltılan köylere giden uzun ve yollar gibiydik. Geçiyorduk kör çeşmeler ve kapanmış kuyuların yanından. Kara, kapkara katran gibiydi gece. Elimizdeki paslı lamba fitilsizdi. Dilimiz yasaktı. O geniş avluda onarıyorduk ruhumuzu. Dallara küserdi kuşlar, içimizdeki köhne bahçeden yabanarıları sessizce giderdi
Işıklar sızardı dalların arasından. Yazgının şifresini çözerdik. Hayatın anlamını…
VI.
Göğün kara kubbesi yırtılırdı boydan boya. O yabanıl sessizlikten kırık kalpli bir tanrı doğardı. Ömrümüze benzerdir camlar; kırılgan ve buğulu… Zamanın aynası kırılırdı göğsümüzde. Kuzeyden eserdi yel. Kar yağmaya başlardı geceye. Yorgun balıkçı tekneleri ağır ağır geçerdi düşlerimizden.
Dünya nasıl da soğuk ve ıssızdı. “Kalk” derdin “bu karanlık bizim evimiz değil.” Kuşların sesleriyle konuşurduk. Kederli bir tanrı geçerdi yalnızlığımızın uğultusundan. Yanık topraklar gelirdi aklımıza, yakılan ormanlar, kurutulmuş dereler… Kanla sulanmış tapınakların yanından geçerdik. Adımızla bizi çağıran yaprakların sesini kalırdı aklımızda.
Baykuşların seslerini yitirdiği vadide yeni bir hayat kurulurdu yıkıntılardan. Boş bahçeleri kuşlar yıkadı sesleriyle
VII.
Rüyalarımıza ay ışığının döküldüğü zamanlardı. Geceyi uykusuz geçirdiğimiz zamanlar gelirdi aklımıza. “Açık bırakın” demiştin “içinizin kapısını”
Hangi sözle anlatacaktık yolu, uzaklaştıkça büyüyen başlangıcı ve yıkılmış evlerin acısını?
Açılmayan ağır kapıların nasıl da hüzünle dolu olduğunu…
Sadece o yaşlı bilge konuşurken susardık.
Geçerdik terk edilmiş evlerin dökük sıvalarının önünden. Evimiz bir ağacın yosun kokan yüzüne bakardı. Bir çakıl taşıydık dere yatağında. Hiçbir yere varamadığımız gelirdi aklımıza
Bütün zaman kiplerini tohumdan öğrenirdik, tohumun bilgeliğinden…
VIII.
Sokaklardan sesleri toplayan ateşin ve güneşin çocuklarına bırakacaktık o eski alfabenin yeni harflerini. Kanat çırparak göğe yükselen kırlangıçların seslerini duyacaktık.
Gençlere bir kadını sevmenin evrenden daha büyük daha geniş bir şey olduğunu bilsinler diye kendilerini sadece aşktan doğursunlar ve aşktan yontulmuş bir dilin temsilcileri olsunlar diyordun. Geniş avlular kalıyordu aklımızda ve akşamsefalarının genzi yakan kokusu. Bir kutsal fanus içinde çıplakken, çırılçıplakken, kusursuz bir suyun serinliği geçiyordu içimizden.
Ay ışığı suların yüzüne indiğinde biz yeni sözcükler derliyorduk.
Suyun yakarışı kalıyordu aklımızda. Belleğini yenileyen eski ceviz ağacı
Yırtık yüzlü bulutların arasından masmavi gök görünüyordu.
IX.
Şimdi ışık gibi düşsem suyun yüzüne, dağılsam sesinde, toplasam yüzümü aynalardan, gözlerin olsam gecede, içimde zamansız fırtınalarla dallardaki ışığın kederli seslenişine tanıklık etsem, içimde kelebekler uçuran kadın gelse geceme eteklerindeki çiçeklerle, yastığım durmadan karanfil koksa, suyun ucuna kadar gitsem, eğilip suda o muhteşemden de muhteşem kadının yüzünü öpsem, o görkemli kadın içimde ışıldayıp şarkılar ve türküler söyleyen bir yıldıza dönse, ikimiz sakin bir gökyüzü gibi dursak o engin mavinin kıyısında. İşte bu desem… ya da hayat işte…
Atların sırtında o dağ senin bu dağ benim dolaşsak. Atları iki göğüse benzeyen tepelerde dörtnala sürsek. Koklaya koklaya bulsak bizim için çok şey ifade eden taşı, toprağı, suyu. Ayın
aynasında yıkasak ruhumuzu. Ay ışığında suların suretinden yıldızlar toplasak… Bir yağmur sonrası uyansak çocukluğumuzdan. Yepyeni diller bulsak, yeni sesler, yeni heceler o eski sözcüklerden. Sığınsak dağın uğultulu seslenişine, yankısını yitiren seslerle sarılsa dünya, hayat uzun bir karnavala dönse ve bir daha acıyla ve yurtsuzlukla sınanmasak…
X.
Bulutlar geçiyorken yüzümüzden. Dağın ağırlığı üzerimizdeydi. Yürünmüş yollardan geçerek ıssızlıkta yeni biçimler verirdik zamanın öteki yüzüne.
Bekleye bekleye büyürdü ölülerin sesleri. Sadece oğullarını kör kuyuların ağzında bekleyen anneler bilirdi bunu. Ölülerden korkulurdu orda. Ölülerin bir gün döneceklerinden… Çünkü onlar bilirdi suyu yakanları ve gepgenç çocukları öldürenleri…
Hakikat hep çırılçıplak otururdu o görkemli kayada. Turkuaz akardı Fırat. Kıvrılarak inen anaforlar hep iri bir taşta biterdi. “Rüzgâr boşluğun hükmüyle eser” demiştin. Bozkırın iç çekişiyle sararırdı ruhumuz.
Yılkı atları dörtnala geçerdi düşümüzden.
XI.
Suyun yüzündeki ayın yalnızlığına dikerek gözlerimizi, yelin estiği yolların sessizliğini taşırdık içimizde. Geçerdik sararmış yaprakla dolu ağaçların arasından, savrulmuş yapraklara benzeyen ormanlardan… Depremin fay hatları yazgımızın ortasından geçerdi.
İki nehrin arasındaki acının hünerlerinden doğardı dil. Çoktan unutulmuş bir hikâye başlardı.
Hiçbir şey dilin karanlığı kadar eskitmezdi ömrümüzü.
Eski bir kavimdik Cebel-i Akra’da, açılırdı sonsuzluğa içimizdeki dört kapı, güneş doğardı dağın üstünde. kırlangıç seslerini toplardık avlulardan
Dört kapıdan geçerdik, gecelerin zifiri karanlığından… Zamanın bize taşların dilinden ne söylediğinin sırrına ererdik.
Celal İnal