Birazdan şu an beyaz olan sayfalar, bir parça film, bir parça film öncesi çekim süreci, devamında sürpriz bir konuk ve ilginç bir sohbetin getirdiği sözcüklere bırakacak yerini. Çekimleri altı hafta süren film, 24 Ekim 2008’de vizyona girmiş ve çok beğeni toplamıştı. Sanıyorum ki çoğunuz bu filmi izledi. O yıllarda senarist, yönetmen, oyuncuların katılımı ile bir söyleşi yapılmıştı. (Düşün Toplantıları, Sabancı Kültür/İzmir)
Oradaki söyleşiyi kaleme almış, sonrada sürpriz konuk ile konuşmuştum. Beklemeye alınmış bir yazıydı, buyrun!
Yakın tarihimiz ve yaşanmış olaylardan oluşan bir film, Devrim Arabaları. Yıl 1961, “Otomotiv Endüstrisi Kongresi” sonrası verilen davette iş adamları, gazeteciler, bürokratlar, Devlet Başkanı Cemal Gürsel ülkenin kalkınmasını tartışmaktadırlar. Cemal Gürsel’in sinirlenip, bu ülkenin otomobil bile yapabileceğini söylediği anda başlar hikaye ve Cumhuriyet Bayramına yetişmesi için bir otomobil siparişi verilir. Bir toplu iğnenin dahi üretilemediği, teşvik edilmediği yıllar ve o yıllarda bir araba yapmak hem de her şeyi ile ‘Türk Malı’ olan bir araba yapmak…
Kulağa nasıl geliyor? Çılgınca dediğinizi duyar gibiyim.
Zaman mı? Sadece 130 gün. Elde var olan; 130 gün, 23 mühendis, Eskişehir, Cer atölyesi, olumsuzlayan pek çok devlet adamı ve medya… Peki, bunlara ülke sevgisi, idealizm, yıldırılamayan başarma azmi, fedakar bir çalışma ve ben’in ortalara hiç dökülmediği saygı, sevgi ve güvenle bir araya gelen dürüst, aynı ruhu taşıyan bir avuç insan eklenirse başarılması imkansız olan araba yapılır mı yapılamaz mı?

Yönetmenin ifadesiyle ‘bu film olağan insanların olağanüstü başarısıdır’. Kafamıza koyduğumuz her şeyi yapılabiliriz yeter ki kendimize ve etrafımızdakilere inanalım!
Filmin senaristleri; Tolga Örnek ve Murat Dişli. Yönetmen-Yapımcısı ise, Tolga Örnek.
Oyuncuların her biri muhteşem performanslarıyla da tanıdığımız tiyatro sanatçıları(Taner Birsel, Vahide Gördüm, Haluk Bilginer, Selçuk Yöntem, Altan Gördüm, vd.)

Söyleşiden notlar:
– Bu proje nasıl ortaya çıktı?
Tolga Örnek: Gelibolu çekimleri yeni bitmiş, yorgun eve gelmiştim. Yakın tarihe merakım olduğunu bilen babam, aceleyle bana Aydın Engin’in Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı bir araştırma kitapçığı (23 sayfa) uzattı. Önce ‘okuyamam şimdi yorgunum’ dedim ama babam ısrar edince hızlıca okudum. Karmakarışık olup, kendime kızdım, utandım. Tarihle bu kadar ilgilenirken nasıl bilmiyorum bu hikayeyi diye hayıflandım. Çünkü hikaye, kendi içinde o kadar dramatik ve okadar sinematikti ki! Bu hikaye ABD’de yaşansaydı büyük şaşaalar ile yapılan arabaların devamı kesin üretilirdi. Ama bu hikaye Türkiye’de yaşanmıştı ve bize has bir hikayeydi.
–Böyle bir film yapmak çok zor olmalı; kötü kentleşme ile sokaklar gerçeğe uygun kullanılamıyor. Ne ki çok gerçekçi, sıradışı ve çok başarılı bir film olmuş. O dönemi nasıl bu kadar iyi yansıtabildiniz? Bu filmin arkasında başka bir film var sanki!
Murat Dişli: Çok çalıştık. Mühendislerle çalışıldı. Tolga da zaten mühendis. O dönem orada çalışan insanlarla görüştük. Senaryonun bazı kısımları boş bırakıldı (teknik kısımlar). Bu kısımları uzman kişilerle oluşturduk.
–Bir dönem filmi yapıyorsunuz hem de kısıtlı bir bütçeyle tüm ayrıntılar özenle yakalanıp, kurgunun içine yerleştirilmiş; gazete, küpürler, eşyalar, çekmeceler, lamba, çaydanlık, ev eşyaları, kıyafetler, kumaşlara kadar her şey tam da olması gerektiği gibiydi. Zoru aşma hikayeniz?
Tolga Örnek: Ekip ile gelindi buraya. Bir filme karar verip, başladığınızda zorlukların hepsini göremiyorsunuz. Bir yeri aştıktan sonra asıl iş başlıyor. İşin içine girince her şey anlaşılıyor; kalem, önlük, insani duygular, saygı sevgi, hitap, dil hakimiyeti…
Bir Cumhurbaşkanı ile bir bürokrat ile nasıl konuşulur, dönem dili, dönem jestleri, dönem şivesi, filmin müzikleri (çok sesli müzik o dönem hakimdi ve sayın Demir Demirkan da bunu düşünmüş olmalı) Geçmişi araştırdık, olası geleceği araştırdık, her bilgiyi kontrol ettik.
Cemal Aga’yı araştırdık. Mesela, ‘Yılanların Öcü’ ilk toplumsal filmdir o dönemde, filmi biraz çekinerek Ankara köşkünde izletiyorlar kendisine. Cemal Aga ayağa kalkıyor ve ‘be adamlar neden yasakladınız, Türkiye gerçeği daha kötü pembe bile göstermişler’ diyor. Babacan ve gerçekçi biri aslında…
Bir arabanın oluşmasından çok Atatürk zihniyetinin ne kadar doğru olduğunu göstermekti amaç. Ama, Devrim yolda kalıyor. Tıpkı Atatürk devrimlerinin 1946’da durması gibi, Köy Enstitüleri’nin kapatılması gibi…
Daha da hüzünlüsü araba yapılmıştı. Sadece benzin konması unutulmuştu.
-Filmin siyasi yanı ağır gibi duruyor ama siz çok iyi dengelemişsiniz. Dozu iyi, ustalıklı bir şekilde yerinde, kıvamında verilmiş siyaset.
Tolga Örnek: “Ha şu 50 metre gidip de duran araba değil mi”? Böyle hatırlanan ve lanse edilen bir araba var ortada. Önce araba neden durdu? O dönemin siyasi iklimi nasıldı?
Ne iyi vardı ne de kötü. Her şeyin ve herkesin bir gerekçesi vardı. O dönemin siyasi iklimini iyi anlamak gerekliydi. Böyle bir iklim var ortada, Menderes iklimi. Araba böyle bir iklimde yapılıyor. Bunlardan bahsetmezsek çok havada kalırdı. Ama çok bulaşmak da istemedik. İşimiz araba, arabanın yapılması ve şartlarını anlatmaktı. Böyle bir filmin riski konuyu çok dağıtmak olurdu. Bizim için o araba yapımı, mühendisler, insanlar mühendislerin hissettikleri ve birbirleri ile olan ilişkileri önemliydi. Dönem lehine her ayrıntı oradaki insanları ilgilendirdiği kadardı.

– Bu filmde neredeyse tüm oyuncalar birer kahraman olmuş ve epik bir yapı oluşmuş.
Vahide Gördüm: Oyun Atölyesinde, Haluk Bilginer ile çalışırken geldi Tolga. Başka bir proje için konuştuktan sonra Devrim Arabaları hakkında konuştuk ve çok heyecanlandım. Senaryoyu bir an önce okumak istedim ve önerilerimle kabul ettim. Tolga tüm önerilerimi dinledi ve önem verdi. Suna’yı oynamak istedim.
– Nasıl hazırlandınız? Kendinize bir model aradınız mı?
Vahide Gördüm: Ben Suna’yı bir Cumhuriyet kadını olarak düşündüm. Bir öğretmen, annem de öğretmendi ve onu düşündüm. Tüm ekip çok konuştuk sabahlara dek… soru cevap şeklinde konuştuk ve sahneye geldiğimizde oyun çözülmüştü. Tolga çok yardımcı ve destek oldu. Rolüm üzerine konuşurken benden öncelikle bakmamı istedi “Bak, önce bak sonra cümle gelecek. Önce gözleriniz ile vermelisiniz ifadeyi seyirciye, sonra cümle gelmeli” dedi. Oynamayı oynamamalı, karakteri giymeliydik.
– Bu filmde oynamanın tadını nasıl çıkardınız?
Altan Gördüm: 2007 yılı, 130 günde araba yapılacak, yakın tarihi iyi biliyordum kendimce ama Tolga gibi bende buruldum. Çünkü bu konuyu bu kadarı ile ben de bilmiyordum. Kaç kez yazıldı senaryo. 2008, Temmuz’da film başladı. Hayatımda ciddi bir aşamadır bu filmde oynamak. Unutulmaya, unutturulmaya çalışılan bir gerçek gün yüzüne çıktı. Filmde başka roller de teklif edildi ama okuyunca o lehim ustası ve lehimi döküşü gözümde canlandı ve bu ben olmalıyım dedim.
Evet, söyleşiler de en az film kadar etkileyiciydi.130 günde yapılan araba ve tesadüfe bakın ki 145 güne sığdırılan film. Her şeyden öte beni etkileyen, sarsan bu mühendislerin, işçilerin azmi, umutları, kendilerine verilen ek ücreti dahi almayıp, “devletimize kalsın” diyecek kadar idealist, onurlarına düşkün olmaları, dürüstlükleri, kendi aralarındaki masallarla yakışır, büyüleyici insani ilişkileri; mühendisin işçiye çay koyması, kendi arabasının sökülüp ortaya maket gibi asılmasına karşı o muhteşem hoşgörülü tavır, motor çalışma anı ve sayabileceğim daha pek çok kare.
O zamandan bu zamana ne kadar zaman geçti ki? Nasıl kaybettik insani değerlerimizi, nasıl yitirdik idealizmimizi, vatan sevgimizi, nasıl sadece kendi cebimizi düşünen, hırslı, bencil ve çalışmadan kolayca para kazanmak isteyen ruhsuz, duyarsız insanlar haline gelebildik? Nasıl, ne ara!
Söyleşinin sonunda ben, salondakiler ve de tüm sinema ekibi dahil herkesi şaşırtan, tane tane, vurgulu, sakin ama duygu yüklü cümleleri ile dikkat çeken bir kişi söz aldı. ‘Ben Dokuz Eylül Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyolojisi Bilim Dalında Öğretim Üyesiyim. Babam, bu 23 mühendisten biriydi…’
Yazımın sonuna sakladığım bu isim, Prof. Dr. Gül Sağın Saylam* idi. Buraya kadar olan bölümü hazırladıktan sonra kendisinden randevu aldım, son sözü kendisiyle bağlamak istedim.
–Merhaba Gül Hocam benim için sürpriz oldu söyledikleriniz. Öncelikle filmi nasıl buldunuz?
– Bundan sanırım 6-7 yıl kadar önce, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü tarafından Devrim otomobiliyle ilgili detaylı bir belgesel film hazırlanmıştı. O dönemde babam (Yük. Makina Müh. Salih Kaya Sağın) hayattaydı, kendisini bulmuş, röportaj yapmışlar; babamın daha önce başka gazete ve dergilerde de yayınlanmış olan bazı makalelerinden, belgelerinden yararlanmışlardı. “Devrim Arabaları” filminin hazırlık aşamasındaysa, babam artık hayatta olmadığından olacak, bizim haberimiz olmamıştı. Ancak toplantı sonrası Tolga Örnek ve Murat Dişli’den senaryo hazırlanırken babamın yazılarından önemli ölçüde yararlandıklarını duymak beni mutlu etti. Tabii ki “Devrim Arabaları” filmi gösterime girer girmez izlemeye koştum. Filmin geneline bakıldığında konunun özünün doğru yansıtılmış, ancak bazı ayrıntıların gerçekten farklı olduğunu gördüğümü söyleyebilirim. Öte yandan, bu film bende karmaşık duygular uyandırdı.
-Nasıl? Sakıncası yoksa sizi nasıl etkilediğini merak ettim.
Filmi izlediğimde iki nedenle yüreğim sızladı. Ne yazık ki bazen çok geç oluyor böylesi durumların hakkının verilmesi, gerçek değerinin ortaya çıkması, emeği geçenler görememiş oluyorlar. Babamın hayatta olup, bunu görmesini çok isterdim. Yine de bu bir tür iade-i itibar durumu içimi rahatlatmadı değil. İkinci yürek sızımsa biraz daha kişisel bir isteğimden kaynaklanıyor. Filmi izlerken babamı aradım, tanıdığım, aile dostlarımız olan diğer mühendisleri aradım, onlardan izler bulacağım umuduyla gelmiştim, ama bulamadım. Konu, olaylar gayet doğru, ama kişiler farklıydı. Bu bir belgesel değil, konulu film olduğundan, senaryo yazılırken olayın aslını doğru yansıtacak şekilde yeni karakterler yaratılmış, yerine göre birkaç karakter tek bir kişide toplanmıştı. Aslında arabası sökülen kişi de babamdı ama filmde izlediğimiz o karakterin babamla yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktu maalesef! Bu durumun da bende bir hayal kırıklığı yarattığını söyleyebilirim.
– Gerçekten mi etkilendiğim sahnelerden biridir o, kişisel çıkarların önünde tutulmuş bir yurt sevgisi, bu idealizm çok çarpıcıydı.
Evet, görevlendirme çıktığında arabası olanlar arabalarını da alıp getirsinler diye bir talimat var. O zamanlar şimdiki gibi herkesin bir arabası yok, bizim ise babamın motor merakı nedeniyle edinilmiş bir arabamız var, 1950 model, Fiat. Biz Ankara’da oturuyoruz, babam arabasını bizim evin önünde kendisi söküyor, sonra topluyor ve bu nedenle de geç gidiyor Eskişehir’deki atölyeye. Gittiği gün kapının üstünde kocaman rakamlarla ‘129 gün’ yazılı olduğunu; projenin bitimine kaç gün kaldığını gösteren bu levhanın her gün bir azalarak son güne dek orada asılı kaldığını anlatırdı. Orada bizim arabayı tekrar söküp üzerinde çalışıyorlar.
-Bu konu pek konuşulmamasına rağmen size ilkokul öğretmeniniz bir maket yapma ödevi verdiği zaman da anlaşılacağı üzere gerçekte onlar Devrim’i ne kadar çok sevmişler değil mi?
Kuşkusuz ki Devrim onların evladı gibiydi. Bana verilen o ödev için babamdan yardım istemiştim ve o da bana bir otomobil maketi yapmıştı. Maket Devrim otomobilinin minyatür bir kopyası idi ve önünde orijinal yazı karakteriyle ‘Devrim’ yazıyordu.
–Eminim şu an benim aklıma gelen soruyu siz de pek çok kez sorguladınız. Şimdi bu gerçeği biliyorsunuz. Peki anılarınızı taşıyan yılları süzdüğünüzde ve yorumladığınızda duygu olarak ne hissediyorsunuz, onlar ile eşduyum yapabilir misiniz, ne hissetmişlerdi? Onlar, babanız kırgınlık içindeler miydi? Burada sizin hislerinizin doğruluğuna tamamiyle inanacağım çünkü anılar sizin ve siz yaşadınız babanızın en yakınında siz vardınız, siz hissettiniz.
Babam bu olay hakkında uzun uzun konuşmazdı. Bizden saklanmış bir şey değildi muhakkak ki, çocukluğumdan beri bildiğim bir konu. Ancak, Devrim’in öyküsünü olumsuz duygularla, infial ile anlatmazdı babam. Benim yılların içinden algıladığım; o dönemde büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardı kuşkusuz, ama sanırım bu olay onlara bir olgunluk kazandırmış,bunu hazmedebilmeyi becerebilmişlerdi. Aslında başarmış olduklarını biliyorlardı, öykünün böyle gelişmiş olmasını ‘bu da ülkemizin bir gerçeğidir’ diyerek kabullenmişlerdi sanırım. Zaten babam çok çalışkandı, hiçbir şey onu yeni projeler üretmekten alıkoymadı (lokomotif, motor tasarımları vd gibi) e amatör ruhunu hiç kaybetmedi. Emekli oldu, yine de hep çalıştı. Hatta şöyle bir anım vardır. Ben mecburi hizmette iken o zamanki işi gereği Ankara’da olan babam birkaç günlüğüne yanıma gelmişti. Bir arkadaşım ‘amca siz de artık emekli olsanız da hobilerinizle uğraşsanız’ dediğinde babam şaşırarak, ‘evladım zaten işim en büyük hobim benim’, demişti.
–O insanları düşünüp, onların varlıklarını algılayınca dayanılmaz, yakıcı bir özlem duyuyorum ve içimi hüzün kaplıyor. Korumayı beceremedik onların değerlerini.
Onlar memleket hisleri ile dopdolu kişilerdi. Babam ve bu projede görev alan diğer mühendislerin çoğu devlet bursu ile yurtdışında öğrenim görmüşlerdi. Babam, Devlet Demiryolları hesabına Zürih’de ETH’da üniversiteyi bitirmiş, sonra yurda döndüğünde uzun yıllar demiryollarında çalışmıştı. Artık vicdan borcu mudur yoksa hiç kaybetmediği içindeki o amatör ruh mudur bilemem, zaman zaman farklı görevlerde bulunsa da sonunda hep çok daha iyi maddi olanakları bırakarak demiryollarına geri dönmüştü. Sanırım o dönemin ruhu öyleydi.
–Belki de bu ruhu kaybetmiş olduğumuz için bu film bizi bu kadar etkiledi…
Gül Hocam ve ben bir soluk alma ihtiyacı duyuyoruz, ikimizde duygulandık. Bu arada kendisinden bir boş kağıt istiyorum konuştuklarımızı kayıt etmek için yeterince kağıt almamışım yanıma. Masasında aranıyor, bir kağıt uzatıyor ve sanki özür gibi de ekliyor “hastanemizin kağıdı ama… başka bulamadım.” Gülümsüyorum, ‘babanızın ruhu size de geçmiş’ demekten kendimi alamıyorum, o da gülümsüyor…
Son olarak size, Aydın Engin’in Devrim otomobili projesini konu alan ve 1994 de Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Devrim Direniyor – Bir Meydan Okumanın Öyküsü” başlıklı yazı dizisinden babamın şu sözlerini aktarmak istiyorum:
“Bu proje Türkiye’nin otomobil tipinin geliştirilmesiydi. İşte bunu anlayamadılar. Türkiye’de otomobil ve motor yapılacağına kimse inanmıyordu. Bizim görevimiz bunu kanıtlamaktı. Pres makinalarımız, başka pek çok teknik gerecimiz yoktu. Parçaları alçı kalıplarıyla hazırladık. Teknik olarak bu gülünç bulunabilir. Ama asıl gülünç olan Türkiye’de bir otomobilin, motoruyla birlikte bir otomobilin yapılabileceğine inanmamak değil mi?”
Bu projede yer alan kahramanlara saygı ve şükranlarımı sunarım.
*Prof. Dr. Gül Sağın Saylam halen özel bir hastanede görev yapmaktadır.
**Film ekibi ile yapılan söyleşideki sorular, söyleşiyi izleyemeye gelen, farklı kişilerden geldiği için isim belirtilmedi.