30 Aralık 1994, Onat ve Filiz Kutlar’ın evlilik yıldönümüydü. Onat evden mutlu çıktı. Sigarayı yeni bırakmıştı. Biraz dumansız bir ortamda içmek için kahvesini The Marmara Oteli’nin pastahanesine girdi. Henüz oturmuştu ki, bomba patladı. Aynı saatlerde arkadaşlarıyla orada bulunan arkeolog Yasemin Cebenoyan da bu patlamada yaşamını kaybetti.
Onat Kutlar, 11 Ocak’ta, ölüme 13 gün direndikten sonra hayatını kaybetti. Cebinden o akşam karısının boynuna takmak üzere aldığı zincir çıktı.
Onat Kutlar ülkemizin yetiştirdiği gerçek aydınlardan biriydi. İnsandı, yazardı, sağlam bir duruşu vardı, sahici bir entellektüeldi.
Ben Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde çiçeği burnunda bir öğrenciyken tanıdım onu. Kantinde bir öğrenci grubunun arasında heykeltraş Kuzgun Acar ile konuşuyorlar ve sinema dilinden, hiç anlamadığım terimler ve duymadığım isimlerden söz ediyorlardı. O konuşmada Sinematek Derneği’nin adını duydum ilk kez. Orada düzenli film gösterimleri ve sinema eğitimleri yapıldığını anlar anlamaz, derneğin müdavimleri arasına katıldım. Aslında gösterimleri izlemek için Sinematek’e üye olmak gerekiyordu ama “Onat Abi” bize sinemayı sevdirmek amacıyla üye olmadan girme hakkını tanıdı.
Sinematek’te izlediğim ilk film,”Potemkin Zırhlısı” idi. Eisenstein’ın bu sessiz ve siyah beyaz filmi beni o kadar etkiledi ki, o anda dünyaya bakışımın değiştiğini söylesem fazla abartma olmaz. Filmden sonra yaşı bizden büyük ve deneyimli olan izleyiciler tartışmaya başladılar. Sovyet devriminden, Çarlık Rusyasından, isyandan, filmdeki güçlü sembol ve göstergelerden konuşuluyordu. Sadece bir sahne için, filmdeki merdiven sahnesi için, tartışmanın yarısının ayrıldığını çok iyi anımsıyorum. İlk seyretmede bu sahnenin önemini anlayamamıştım. Bir soru sordum. Tartışmacılardan biri yüzüme ters ters baktı ve sorumu ciddiye bile almadan devam etti konuşmasına. Onun sözü bitince, Onat Kutlar bana dönerek sorumu tekrarlamamı istedi. Bu sorunun yanıtının filmi anlamak için bir kapı açacağını söyledi. Ve anlattı. Anlattı, anlattı. Kendimi ne kadar önemli hissettiğimi ve onu nasıl sevdiğimi size anlatamam. Bana değer vererek benim önümde inanılmaz geniş bir ufuk açmıştı.
Ben ondan sonra Sinematek’e her gidişimde, doğru soruları sorabilmek için hep dersimi çalıştım. Bol bol film izledim, bulabildiğim herşeyi okudum, tartışmalara katıldım. Eğer bugün sinemayla ilgili biraz şey biriktirebilmişsem ve bir film nasıl seyredilir biliyorsam ve sinemayı seviyorsam bunu Onat Kutlar’a, bu yüce yürekli, genç insanların ruhundan anlayan ve onları ciddiye alan bu güzel insana borçluyum. Onun denemelerinden birini her dönem öğrencilerimle paylaşırım mutlaka. Paylaştıkça büyüdüğünü ve unutulmayacağını düşünerek.
Katledildiğini öğrendiğimde Almanya’daydım. Onu kaybettiğimizi duyunca çok ağladım. Ailemden biri gitmiş gibi, etimden et koparılmış gibi hissettim, inanamadım. Hala, her anımsadığımda, yüreğimde bir yer ince ince sızlar.
Şimdi o, bize yıldızlardan bakıp gülümsüyor mudur ki?
Keşke buna inansaydım. Birini kaybetmenin en kötü yanı da bu galiba. Bir daha onu hiç göremeyeceğini bilmek.
Onat Kutlar’ın “Yeter ki Kararmasın” kitabından bir alıntı vermek istiyorum:
“12 Eylül’ün en karanlık döneminde, cezaevlerine kapatılan, işkence gören, ağır hükümler giyen on binlerce genç insan, işçi, aydın için en ağır ceza hiç kuşkusuz toplumun inanılmaz SUSKUNLUĞU idi. Benim biraz da kişisel nedenlerle başlattığım bu küçük mektup dizisi, benden daha önce davranmış bir avuç yürekli insanının ardından, bu suskunluğa alçakgönüllü bir başkaldırı idi. Keşke daha güçlü bir başkaldırıyı gerçekleştirmek elimizden gelseydi.”