FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Oyun mu? Oyunbozanlık mı?

Oyun mu? Oyunbozanlık mı?

Son zamanlarda arka arkaya birkaç futbol maçının yarattığı coşku hepimizde -depremdeki dayanışma adına- mutluluk rüzgarları estirdi. Biz, birlik olduğumuzda yapamayacağımız hiçbir şey yok, bunu gördük. Bütün izleyiciler, tribünlerden sahaya tam 4.17’de deprem bölgesindeki çocuklar için oyuncaklar fırlattığında gözyaşlarım akmaya başladı. Bunun yarattığı umut ülkenin yaralarını saracak güçte, dedim. Biz iyiliği böyle böyle çoğaltabiliriz, dedim. Umuda dair, insanlığımıza dair yeniden filizlenen güzel bir gelecek tahayyülüydü adeta. 

Aslında yıllardır maç izlemediğimi itiraf etmeliyim. Ancak bir oyuncu olarak bütün spor dalları ve müsabakalarına ilgim var. Çünkü oyunculuğa dair kullandığım anlatılarımda spora ait bazı terminolojileri ödünç alabiliyorum. İyice yer edinmiş olduğunu söyleyebilirim, ortak noktamız olduğunu düşündüğüm için… 

Bu nedenle de bu coşkuya kayıtsız kalamadım. 

Ancak bu coşkunun hemen akabinde bir başka maçta inanılmaz bir olay yaşandı. Bu kez tribünlerdeki coşku değildi. Kontrolden çıkmış bir öfkeydi adeta. 

Ben de bu iki resim üzerinde düşünmeye başladım. İki resmin arasındaki farkı bir oyuncu olarak ifade edebilme gayretim yolumu ‘’Homo Ludens/Oyuncu İnsan’’ meselesine çıkardı. Ve tabii ki oyun kavramını en güzel anlatan Metin And olduğu için yine başım sıkıştığında onun ‘’Oyun ve Bügü’’ kitabına müracaat ettim. Şöyle der ‘’Oyun ve Bügü’’ kitabında, ‘’Nasıl Darwin, insan-hayvan ayrımı, Freud ise usçul-usdışı ayrımı gibi ikilikleri bozmuşlarsa, Johan Huizinga da Homo Ludens adlı incelemesi ile önemli bir ikiliğin dengesini bozmuş, insan kültürüne yeni bir boyut getirmiştir. Homo Faber (= yapımcı insan), Homo Sapiens (= düşünür insan) ikilisinin karşısına üçüncü bir insan, Homo Ludens’i (= Oyuncu İnsan) çıkarmıştır.’’

Oyun, Metin And’ın kitabında da bahsettiği gibi gönüllü bir eylemdir; oyunda bir zorlama yoktur; isteğe bağlıdır, baskı ile kimseyi oynatamazsınız. Dolayısıyla oyunun en önemli özelliği özgürlüğüdür ve oyunun kendine has bir dünyası vardır. Ve en önemlisi kendi kuralları… Düşünün ki bir çocuk oyununda bile kurallar vardır ve bir çocuk bile oyun oynadığında ‘O’ kurallara uyar. Zaten o kurallar oyunu cazip kılar. Çocuk hem oyunun içindedir hem de gerçeklikten kopmuş görünse de her şeyin farkındadır yani yoğun olarak ve tümüyle kendini oyuna verir. Biz ‘oyuncular’ için de durum aynı, oyunun içindeyizdir ama oyun oynadığımızın bilincinde olarak, oynadığımızı bir an bile unutmayız. Çocuk oyun oynarken nasıl en içten haliyle oyun oynuyorsa biz ‘oyuncular’ da öyleyizdir, sporcular da… Yarışma, karşılaşma, maç hepsi oyundur.

Bir de bir oyunun oynandığı yer var. Bu bizim için ister sahne diyelim buna, ister oyun alanı, oyunun çerçevesi gibidir. Çocuk için ise her yer oyun alanı olabilir; sokak da, masanın altı da, dolabın içi de, ağacın tepesi de. Futbolda ise bu alan sahadır. Oyunda bir de zamanla ilişkili bir sınırlama da vardır. Oyunun süresini siz belirlersiniz. Çocukların oyun saati vardır. Bir maçın da… Bir tiyatro oyununun da…

Fazla detaylandırmaya girmeden altını çizmek istiyorum: Bir oyun, kuralı olmadan oynanamaz. Oyunu oynayan da izleyen de, oyunun kuralları hakkında bir anlaşma yapmıştır. Bu kuralları ortadan kaldırın, oyun biter. İşte o an oyunun sürdürülemezliği ile kalakalınır. Oyun -buna ister düzen diyelim ister denge- öyle bir bozulur ki yeniden başlanması imkânsız hale gelir.

Oysa oyun, oynayana da izleyene de haz verir. Bunda oyunun insanı merak içinde bırakmasında yarattığı gerilimin, belirsizliğin de payı vardır. Her an bir şey olacakmış duygusuna kapılırsınız ama ne olacağını tahmin edemezsiniz ve izlersiniz nefesinizi tutmuş. Zaten bu hazzı yaşatmak için de her oyunun kuralları yok mudur? Ve bu kurallar hepimizi bağlar yani oynayanı da izleyeni de bağlar. Bu kurallarda herhangi bir ikircikli durum da söz konusu değildir; yani sana göre bana göre bir başkasına göre değişmez. İzliyorsak o kuralları biliyoruzdur. Hep birlikte oyunun tadına ve büyüsüne kapılıp gideriz. 

Metin And’ın çok güzel bir açıklaması var kuralın dışına çıkan oyuncu için: Oyunbozan. Hem oyunda hile yapan için hem de bu kuralları bozan için söylenir, der. Ve ekler ‘’…oyunbozan ve oyunbozanlık yapan cezalandırılır ya da oyundan dışarı atılır.’’ Dolayısıyla oyuncu olarak eğer o oyunun kurallarını bozuyorsanız ya da hile yapıyorsanız ‘’oyunbozan’’ oluyorsunuz. Oyunun kurallarının çiğnenmesi anlaşmayı bozar, bu da saygısızlıktır demektir. 

Neden saygısızlık? Çünkü oyun hem oynayanı hem izleyeni birbirine yaklaştırır. An’da ortak, heyecanda ortak, hedefte ortak kılar. Sanki o mekânda/alanda, sahnede ya da sahada bir araya gelmiş olanlar bir hikâyenin parçaları olurlar. O zaman diliminde oynayan ve izleyen birlikte ortak bir heyecanla ve coşkuyla bir hikâye yaratırlar. Ve bu hikâyenin tarafları arasında bir oyundaşlık, kardeşlik kurulur.

Bu kardeşlik hiç de küçümsenmeyecek bir duygudur. Oyunun paydaşlarıdır oynayan ve izleyen; ve başarıda da yenilgide de ortaktırlar; güçlü, dinamik bir bağ kurulur aralarında. Bu bağ sadece kendi takımınla değil ‘rakip’ takımla da kurulur. Bu kardeşliğin kapsama alanı rekabet içinde olanı da kapsar. Yenilgi o mekânda, o zaman diliminde oluşan hikâyedeki kardeşliğin nasıl ki önüne geçmemeliyse karşı takımın oyunla ilgisi olmayan ‘kimlik’ meselesinin de önüne geçmemeli. Oyunun medeni bir şekilde oynanma anlaşması kimlikler üzerinden olamaz. Nefret ve oyun, hınç ve oyun, düşmanlık ve oyun bir arada olamaz. Olursa ‘oyun’ olmaz. Olsa olsa savaş olur. 

Peki, son maçta olan ne? Düşman bellediğimiz hikâyemizdeki kardeşimiz değil mi? Kardeşimiz ise oyunun kuralları bozulmuş demek değil mi? Oynayan bozmuşsa oyunbozan oluyor. Eğer izleyen bozmuşsa? Seyirci de oyunun bir parçası olduğuna göre bence o da oyunbozan oluyor bu durumda. Oyunu bozan ya oyundan atılır ya da cezalandırılır. Oyunun işlevi yitirildiğinde geriye yitirilmiş kardeşlik kalır. Kardeşlik duygusunu yitirmiş bir toplumun bundan nasıl zarar göreceği aşikâr.

Oyunu kurallarına göre oynamak bir saygıyı gerektirir ve bu saygınlık da yitirildiğinde oyun oynanamaz hâle gelir; oyun oynayamayan bir toplumun hikâyesindeki ‘kardeşlik’ duygusu da yara alır. Demem o ki, geçen günkü maç yakışmadı, olmadı. Oyuncakların yanında fena hâlde sırıttı.

Zaten oyunda kazanmak, birinci olmak, ötekinden daha üstün olduğunu kanıtlamak değil ki mesele. Mesele birlikte bir hazzı paylaşmak. O da öfkenin dişleri arasında öğütüldü gitti. Yazık oldu.

Metin And, Platon’un ‘Yasalar’ adlı kitabından bir alıntı yapar: “Oynar gibi yaşamalı; oyunlar oynamalı, şarkı söylemeli, dans etmeli, böylece Tanrıların gönlü alınmış olur ve insan kendini düşmanlarına karşı savunur, yarışma kazanır.” 

Yarın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü hepimiz için kutlu olsun… 

Kadınların, eşit ve adil bir dünyada, barış içinde ve özgürce şarkı söyleyip, dans edecekleri ve coşkuyla kutlayacakları günler yakındır.

Picture of Ayşe Lebriz Berkem

Ayşe Lebriz Berkem

Tüm Yazıları