
Salondan verandaya geçmek üzere iken kapının yanında asılı duran, kenarları çiçek desenli aynada kendi ile göz göze geldi. Aynaya yaklaştı, artık tamamen grileşmiş saçlarını ellerini tarak gibi kullanarak kulaklarının arkasına taşıdı. Parmak uçları ile şakaklarına hafifçe dokundu. Yerçekimi, cildini zamanın örsünde işlemişti. Bir zamanlar gergin ve parlak olan yüzünde çizgiler derinleşmişti. Her birinde artık unutulmaya yüz tutan anıları gizliydi. Sol göz kapağının üstündeki nedenini sadece kendisinin bildiği yara izini aradı. Çizgiler onu da saklamıştı. Bazı şeyler saklansa da varlığını yitirmiyordu. Yüzünde müstehsi bir gülümseme belirdi. Dilinden “Her şey mümkündü, sen gitmeden önce” dizeleri döküldü. Devamını hatırlamaya çalıştı, olmadı. Aynadan bir adım uzaklaştı, üstündeki rengârenk bluzunun belinden tuttu, biraz aşağı çekiştirerek düzeltti. Bedeninin belden yukarısı görünen aynada kendini süzdü ve ağır adımlarla hemen sağında açık duran kapıdan verandaya geçti.
Dışarıya çıktığında, güneşin ısıttığı topraktan yükselen hava, beraberinde kurumaya başlamış otların ıtırlı kokusunu da alarak yüzüne çarptı. Bu “yaz kokusu”nu içine çekti. Yine aceleci olmayan adımlarla verandasında duran kolçakları eprimiş koltuğuna oturdu. Oturması ile birlikte ağırlığı artan koltuğun altındaki ahşap zeminden gıcırtılar yükseldi. Bedeninin yavaşça rahatladığını hissetti. Artık eskiyen bedeni isteklerine o kadar hızlı cevap veremiyordu. Bazen birkaç basamak gibi eskiden fark etmeden geçtiği yerler bile şimdi “Everest”e tırmanmak kadar zor geliyordu. İçine çektiği havaya nereden geldiği anlaşılmayan bir karatavuğun sesi yayıldı. Gözlerini kapadı, kendini bu serenada kaptırmıştı ki duyduğu “Hanımım” sözcüğü ile gerçek dünyaya geri döndü. Gözlerini açtığında elinde tepsi ile bir kadın duruyordu. “Kahvenizi getirdim” dedi ve cevap beklemeden bir elinde tepsiyi, diğer elinde kahveyi tutarak büyük bir ustalıkla koltuğun yanında duran sehpaya bıraktı. Kahveyi sunan kadına teşekkür etmek istedi ama adını hatırlayamadı. Zuhal miydi? Yoksa Hamide mi? Bu aralar iyice artmıştı unutkanlıkları ve bu ona yaşlanan bedeninin diğer armağanıydı. İsim kullanmadan teşekkür etti. Kadın “Başka bir isteğin var mı hanımım?” diye sordu, “Yok” dedi ama sonra hemen bu kararından vazgeçti. “Telefonumu getirebilir misin?” dedi. Kadın birkaç saniye içinde telefonu ile tekrar yanındaydı. Telefonu aldı, bu sefer sadece kafasını hafifçe öne doğru sallamakla yetindi. Telefonunun bluetoohtundan “Bang Oulfsen”e bağlandı ve play tuşuna bastı, ortama “La Vie En Rose” yayıldı.
Yavaş yavaş onu terk etmeye başlayan hafızasında hâlâ unutmadığı şarkılardan biriydi. Sondan başa doğru silinmeye başlayan anılarında bir gün gelecek ve bu şarkıyı da hatırlayamayacaktı. Oysa ne kadar çok anı biriktirmişti uzun ömründe. Şimdi ise yaşandıkları bile hatırlanmadan, her biri valizini toplayıp bir bir göç ediyordu zihninden. Adını hatırlaması gereken çocukları olmamıştı. Çok fazla kişiyle tanışmış ancak bir o kadar azıyla dost olmuştu. İyi bir hayat geçirdiğini düşünürdü. Ki bu hep güzel şeyler yaşadığı geldiği anlamına da gelmiyordu. Olaylar ve kişiler değişse de herkesin başına gelenler gelmişti onun da başına. Sabahın hiç olmamasını istediği güzel akşamları ya da hiç gün doğmayacakmış gibi karanlık geceleri olmuştu. Geçmiş 80 yıldaki hatırlayabildiği bazı anılar sanki dün gibi, bazıları hiç yaşanmamış gibiydi. Bazı anılar ise o kadar flulaşmıştı ki yaşanmış olduğuna kendi bile inanmakta güçlük çekiyordu. Yaşanırken hayatın en önemli anıymış gibi gelen birçok zaman dilimi şu anda önemini yitirmişti.
Hayat dediğimiz şey, yaşadıklarımızdan arda kalan anılar değil miydi? Peki, anıların terk ettiği bir zihni taşıyan beden yaşamış sayılır mıydı? Belki iyi tarafları da vardı unutmanın. Güzel anılara karşı duyulan hasretin acısını hissetmemek veya artık yaşamayan dostların yokluğunun yarattığı boşluğu taşımak zorunda kalmamak gibi.
Şarkı listesi peşi sıra çalmaya devam ediyordu. Bir kahve iyi gider diye düşündü. İçeriye seslenmek için bedenini çevirdiğinde yanındaki sehpada duran kahveyi gördü. Kahveyi unutmuş olmasına üzülse de onu tekrar bulmanın keyfi üstün geldi. Bedenini biraz daha çevirdi ve iki eliyle dikkatlice kavradığı fincanı tutarak dudaklarına götürdü. Bir yudum aldı. Güneş kahvesinin soğumasına izin vermemişti. Kahvenin önce acımtrak, sonra tatlı rahiyası ağzında yayılırken, her şeyi görmek istercesine göz kapaklarını açabildiği kadar açtı. Bunu yaparken alnındaki çizgiler daha da derinleşti. Fincanı elinde tuttuğu tabağa koyarken az önce unuttuğu ve sol göz kapağında saklı olan anının ona yazdırdığı şiirin devamını hatırladı. Şairinin kendisi olduğunu unutarak mırıldandı.
“Her şey mümkündü sen gitmeden önce,
Dünyayı tersine çevirmek bile.”
İsmail KARAMAN Kasım-2024