FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Sanat tabuları kırabilir mi?

Sanat tabuları kırabilir mi?

Sevgili Tijen,

Ne çabuk geçti mayıs ayı. Yine İstanbul’dayım, yine işlerimin peşinde, yine baş döndürücü bir hızla geçiyor zaman…Fethiye’de deniz kenarında zaman durmuş gibiydi, deniz, güneş, rüzgar.. .Bahardan yaza hızlı geçiş iyi geldi ikimize de…

Bahçe, güneş, rüzgâr gülü, yasemin korkusu ve kedi performansı

Şimdi de İstanbul’daki bahçemde oturmuş bir yandan kahvemi yudumluyor, bir yandan da sana bu satırları yazıyorum.

Bütün bahçe yasemin kokusu içinde,  hafif bir esinti var, rüzgar güllerim de güneş ışıkları içinde parlayarak renk renk dönüyor; komşu kedimiz Güzel  uzaktan beni izliyor. Ne tuhaf bir kedi bu, hiçbir ikramımızı beğenmiyor, kedi maması, balık, tavuk hepsine burun kıvırıyor. Geçenlerde ona biraz sinirlenerek ‘Misafir umduğunu değil bulduğunu yer’ dedim, öyle bir tepesi attı ki az daha beni tırmalıyordu. Ama keyfi yerindeyse tam bir performans ustası, dans ediyor, havada uçuyor, dahası şarkı bile söylüyor. Kedi türküsü duymuş muydun hiç? Tabii biz alkışlayınca da zevkinden dört köşe…Tam bir  alkış manyağı bu kedi, gerçek bir tiyatrocu…

 İstanbul gezileri

İstanbul’a geldiğimden beri  Ekrem İmamoğlu’nun eskiyle yeniyi bütünleştiren harika projelerinin izinde  Norbert’le ve arkadaşlarımla gezmeye başladım. Bulgur Palas, Silolar, Feshane, Cendere. Harika mekanlar, çok güzel aydınlık kütüphaneler, sessizce kitap okuyan, dergi karıştıran ya da çayını yudumlayan gençler; İstanbul’un aydınlık yüzü. Her geldiğimde birbirinden güzel yeni yerler keşfediyorum. Cendere’deki  Ağaçlar Konuşuyor sergisine de bayıldım. Ama sizlerle seninle ve Nihal Kuyumcu ile birlikte Balat gezimiz de çok güzeldi.

Tiyatro’nun sınırlarındaki konular

İstanbul’a gelir gelmez tiyatro dünyasına daldım. Boğaziçi’nin Sevgi Soysal oyununa bayıldım, Sevgi Soysal’ı tıpkı Adalet Ağaoğlu gibi ataerkil yapılanmanın içinde empati duygusu yüksek hayat dolu bir insan olarak tasarlamışlar, en hoşuma giden de roman ve öykülerinde yarattığı kurmaca karakterlerle gerçek yaşamın iç içe geçmesi oldu ama üzerinde ayrıntılı düşünmeye daha fırsat bulamadım. ‘Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı ’oyunundan hiçbir şey anlamadım, daha doğrusu oyun beni sarmadı ama bu, mekândaki kötü ses düzeninden de olabilir, öte yandan oynanan mekânı, Metro Han’ı çok sevdim, insanın yaratıcılığını tetikleyen çok gizemli bir havası var. Churchill’in ‘Yedi Yahudi Çocuk’  adlı  çok kısa  deneysel oyunundan çok etkilendim, nitekim ikimiz de bir şeyler yazdık bu oyunla ilgili olarak. Farklı pencerelerden bakmak ve üzerinde tartışmak da çok yol açıcı.

Ama bana göre en heyecan verici olan çocuk tacizi sorununu ilk kez gündeme getiren Canavar oyunuydu. Bana göre diyorum çünkü Babalar, Amcalar ve Diğerleri oyunumu ve Hatırlayamadıklarımız romanımı kaleme aldıktan ve yine bu roman aracılığıyla hayatta kalanlardan sevgili Meliha Yıldız’la tanıştıktan sonra çocuk tacizi ve istismarı konusunda iyice odaklaştım. Bence çocuk tacizi çocukların ve kadınların hiçe sayıldığı ataerkil ve cinsiyetçi bir toplumun ürettiği bir olgu. Canavar (yönetmen Tunç  Şahin) ve nefis bir dijital tiyatro performansı olan Kadınlarımız  (Ayşe Lebriz Berkem) ve benim oyunum üstüne TEB Oyun dergimizde yayınladığımız  tartışmayla bu konuda önemli bir adım attığımızı düşünüyorum. Ayşe Lebriz Berkem tacize uğrayan küçük bir kızın öyküsünü onun bakışından çok çarpıcı bir biçimde canlandırıyordu, Tunç Şahin bu alandaki suskunluk duvarını kırmanın ne kadar önemli olduğunu dile getiriyordu, bana gelince henüz sahnelenmeyen oyunum Babalar, Amcalar ve Diğerleri ve son romanımla ailenin dokunulmazlığı zihniyetine karşı çıkarak adalet arayışının izini sürüyorum. Bu üç çalışma tıpkı bir yap boz oyunu gibi birbirini tamamlamıyor mu?  Bu tartışmanın devamının gelmesini ve sanatçıların toplumuzdaki hiç tükenmeyen bu yaraya biraz duyarlılık göstermesini dilerdim. Kim bilir belki de biz farklı platformlarda sürdüreceğimiz bu tartışmalarla- nitekim pek yakında  bu alanda uzman psikolog Gökhan Çınar’ın da katılacağı bir açık oturum yapacağız- gerçekten bir ilki başlatıyoruzdur. Sanatın değişik alanlarında, farklı platformlarda izini süreceğimiz Sanat ve Tabu konusu devam edecek, çünkü bu konunun toplumun her katmanında genç yaşlı herkese ulaşması gerekiyor. Önemli olan  bir farkındalık yaratmak; bu, küçük bir kesimde de olsa  uzun vadede bazı şeyleri değiştirebilmenin ilk adımı, öyle değil mi?

Sanat ve tabular

Sanat tabuları kırabilir mi? Ben bunun iki düzlemde gerçekleştirilebileceğini düşünüyorum.. İlki okuma, yani alımlama, ikincisi yazma, yani yaratma düzlemi. İyi kitapların, romanların, öykülerin, tiyatronun neredeyse sihirli bir gizil gücü var; bizleri farklı dünyalara götürüyor, farklı yaşam biçimlerini gösteriyor, bize dokunan karakterler aracılığıyla hem empati duygumuzu geliştiriyor hem de bizleri sorgulamaya ve düşünmeye yönlendiriyor. Kimi kez dar bakışımızı kırıyor, ezberimizi bozuyor. Özellikle toplumda pek konuşulmayan tabu konular buna çok güzel bir örnek veriyor. Sanat aracılığıyla hem kendi dünyamıza çok yakın hem de çok uzak bir dünyada buluyoruz kendimizi. İşte bu, sanatın insanlara dokunan, çarpan kimi kez de onları can evinden sarsan sihirli gizil gücü. Buna kim bilir sen de ne çok örnek getirebilirsin kendi okuma deneyiminden. 

Gençken okumaya vermiştim kendimi, inanılmaz çok kitap okuduğum gibi sanatın her alanında da kendimi evimde gibi hissediyordum. Zamanla okuma ve izleme etkinliğinin yerini yazma ve yaratma almaya başladı. Okuma ve izlemenin hızı kesildiyse de (söz gelimi bir jüride olmak ve yüzlerce oyun izlemekten büyük bir işkence düşünemiyorum kendi açımdan), daha seçmeci bir okur ve izleyici oldum sanırım. Eskiden olur olmaz her şeyi atıştırırken şimdi gurme olmayı tercih etmem gibi. Yazmaya yöneldiğimde okumanın yerini hayatı gözlemleme almaya başladı ya da yaşamı, insanları  okuma diyelim buna. Önce çocukların dünyasına girerek onları alımlamaya başladım. Yıllarca İstanbul’un kenar kentlerinde  sürdüğümüz yaratıcı çalışmalar, eğitimde tiyatro yepyeni bir ufuk açtı bana. Böylece hem çocuklar hem de yetişkinler için yazdığım yabancı dillere çevrilen, ödüller alan birkaç kitap çıktı ortaya, sayıları azdı ama her biri bir ilki oluşturuyordu çünkü alışıldık çocuk kitaplarından çok farklıydı ve çocukların bakışından yetişkinlerin yaşamına bir eleştiri getiriyordu. Ayrıca toplumumuzda çok yaygın olan otoriter sistemi de sorguluyordu. ’Öğretmenim seni çok severim’, ‘öğretmenim ne dese doğrudur” gibi söylemlerle dalga geçilmesi bir tabuyu kırma anlamına geliyordu.  Aslında tabuların bekçisi Gi-po,  yani  içimizdeki gizli polis her tür sorgulamaya ve eleştiriye karşı koyar. Sözgelimi Düş Hırsızları romanımın baş kahramanı Gi-po üzerine ne çok konuşmuşuzdur seninle. Ondan korktukça şişmanlayan ve büyüyen, her yeri kaplayan bu fantastik yaratık aslında hayallerimizi çalan bir hırsızdı ve inanılmayacak derecede çirkin ve korkutucuydu, nitekim  çocukların ve içlerinde çocuğu yaşatan yetişkinlerin ondan kurtulmaları hiç de kolay olmadı. Hayal bu ya Gi-po’nun gitmesiyle birlikte umut dolu bir dünya doğuyordu romanımda.

Gi-po’nun önlenemez yükselişi ya da iptal kültürünün şaşırtıcı sonuçları

Ama şöyle bir gerçek var, bir alanda ilk adımı atmak hem çok heyecan verici hem de çok yadırgatıcı, çünkü toplumda egemen olan zihniyete, yani Gi-po’ya çok ciddi bir karşı çıkış söz konusu. Bu nedenle de özellikle eğitimciler çocuk kitaplarımı hiç sevmediler, dahası sakıncalı buldular. Mark Twain’in Tom Sawyer’ini hiç okumamışlar gibi sansürcü kesildiler. O yıllarda Sevgili Türkan Saylan Gergedan Oyunu romanıma çok içten bir yazı yazdığında ne kadar sevinmiştim. Sonra ne oldu biliyor musun? Kurmaca dünyada, yani Düş Hırsızları romanımda insanların hayallerini çalan şu iğrenç yaratık Gi-po’dan  kurtulmasına kurtuluyorum ama gel gör ki gerçek yaşamda bir türlü kurtulamıyorum. Anlayacağın hayaller gerçeğe bir kez daha yenik düşüyor. Geçenlerde Cumhuriyetin 100.Yılı kitabında çocuk edebiyatımızın kısa bir tarihçesini okurken, birden Gi-po pis pis sırıtarak karşıma çıkmaz mı? Meğer sevgili Ahmet Bozkurt’un konunun uzmanlarına yazdırdığı bu kapsamlı araştırmanın ve derlemenin çocuk edebiyatı bölümünün tasarımını kimsenin ruhu bile duymadan Gi-po Hazretleri bizzat kendi elleriyle  hazırlamış. Eline bu fırsat geçince de tabii  ilk işi  benim kitaplarımı da beni de iptal etmek olmuş. İptal kültürü (cancel culture) diyoruz buna. İptal kültürü işine gelmeyeni yok sayma anlamına geliyor, özellikle otoriter toplumlarda çok geçerli. Benim çocuk ve gençlik edebiyatına getirdiğim yenilik mi? Kitapların hem çocuklara hem de yetişkinlere seslenen yazınsal ağırlığı mı? Gi-po kahkahayı bastı (o çirkin kahkahaları hala kulağımda çınlıyor), ‘’sen mi Gi-po’ya kafa tutarsın, böylesine dışlanırsın işte, yok sayılırsın böylece kimsenin rahatını, huzurunu da bozmazsın.’’

Bütün bunları neden anlatıyorum biliyor musun, uzun bir süredir çok daha tehlikeli sularda yüzüyorum toplumsal cinsiyet, kadına karşı şiddet, çocuk istismarı ve tacizi, kimsenin kolay kolay kaldırmayacağı, duymak bile istemediği konular… Çocuk edebiyatı konusunda bile ortalığı ayağa kaldıran iptal kültürü uzmanı Gi-po bu konuda  ne yapacaktır acaba? Ya bizler, sen, ben ve bizim gibi düşünenler, Gi-po’dan nasıl kurtulacağız? Birbirimizden nasıl güç alacağız?  Yolumuzu nasıl belirleyeceğiz?  Gi-poların giderek çoğaldığı bir ortamda bizim ve bizler gibi düşünenlerin arasında her tür rekabetin ötesinde çok yoğun bir düşünce ve duygu alışverişi olması gerekmiyor mu? Mektubunu, merakla bekliyorum, özellikle de  Gi-po ile ilgili düşüncelerini ve önerilerini…

Zehra İpşiroğlu

Picture of Zehra İpşiroğlu

Zehra İpşiroğlu

Tüm Yazıları