FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

SANATI AYRINTILARDA GİZLİDİR

SANATI AYRINTILARDA GİZLİDİR

(WES ANDERSON)

Çoğu sinema yazarı popüler sinemayı ve popüler sinemanın kalbi olan Amerikan sinemasını eleştirir ve dışlar. Ben böyle düşünmüyorum, tamamen dışlamamak, kimi yönetmenleri özellikle de bağımsızları takip etmek gerekiyor. Bu yönetmenlerin en önemlilerinden biri de Wes Anderson’dır.

Ülkemizde sokak hayvanları için çıkartılan yasa ile ilk aklıma gelen yönetmenin animasyon filmi Köpek Adası (2018) oldu. 37. İstanbul Film Festivali’nde izlemiş, festivalin en iyilerinden demiştim. Yine ayrıntılar üzerinde çok titizlikle çalışmış Wes Anderson, film bende tekrar tekrar izleme isteği uyandırdı, katman katman açılarak okunacak bir film var karşımızda. Hayvanlar üzerinden ırkçılığa, ayrımcılığa ve diktatörlüğe getirdiği eleştiriler çok yaratıcı. Evcil ya da değil tüm köpekleri toplama kampı gibi bir adaya sürgüne gönderip, kedilere kucak açıyor diktatör. Aslında köpeklerin gönderildiği yer şehrin çöp toplama alanıdır. Film kimi zaman üzücü kimi zaman eğlenceli aynı zamanda da politik ve bir o kadar da sürükleyici. Distopik bir atmosfer yaratmış yönetmen. Zaman zaman “bizim ülkemizi mi anlatıyor acaba?” diye düşündürüyor, aslında olay mekanı olarak Japonya’yı seçmiş ve o kültüre yönelik göndermeler de yapıyor yönetmenimiz.  Amaç köpeklerin açlık nedeniyle birbirine öldürerek tükenmeleri. Ama kendi köpeğini kurtarmak amacıyla adaya gelen Atari tüm köpekler için umut olur. Dost olduğu köpeklerin her birinin hikayesi farklıdır. Köpekler üzerinden insanlık hallerine göndermeler yapar Wes Anderson. Köpekleri çok ünlü oyuncular seslendirmiş. Bu film çoğumuza Hayırsız Ada olayını anımsatacaktır. 1910 yılında İstanbul’dan toplanan 80 bin köpek bu kayalık adaya bırakılarak ölüme terk edilmiş. Bizim sokak köpekleri de filmdeki gibi örgütlenseler ne güzel olur değil mi? 

Tekrar yönetmenimizin filmografisine dönelim isterseniz.

Tennanbaum Ailesi‘ni (2001) izlediğimde onun rengarenk ve ustalıklı detaylarla dolu dünyasına hayran kalmıştım. Sonra çektiği filmleri izlediğimde ince işçiliğini, detayların zenginliğini, renk ve müzik kullanımındaki uyumu her zaman alkışlamak istedim. Kurduğu atmosfer ve kullandığı simetrik kadrajlarla yeni bir dünya yaratır yönetmen. Göz alıcı renklerdeki dekor ve kostümler, ufak ayrıntılar Wes Anderson’ın imzasıdır sanki. Oyuncu kadrosu ise detayları gibi her zaman zengindir. Bil Murray ise fetiş oyuncusudur. 2014’te çektiği Büyük Budapeşte Oteli ise bence yönetmenin baş yapıtı. 

Teksas’ta doğan yönetmen, Teksas Üniversitesi’nde felsefe okur. Orada tanıştığı aktör ve senaryo yazarı Owen Wilson ile ayrılmaz ikili olacaktır. Her filminde senaryo ekibinde ya da oyuncular arasında görürüz Owen Wilson’ı. Filmografisinden bazı filmleri şöyle sıralayabiliriz: Bottle Rocket (1996), Rushmore (1998), Tennanbaum Ailesi (2001), Suda Yaşam (2004), The Darjeeling Limited (2007), Fantastic Mr. Fox (2009), Moonrise Kingdom (2012), Köpek Adası (2018), Fransız Postası (2021).



Büyük Budapeşte Oteli, Zubrowska’nın (Doğu Avrupa’da olduğu varsayılan hayali bir ülkedir) Lutz şehrinde bir kaplıca otelidir. Film çoğunlukla bu otelde geçse de çeşitli sıçramalarla 1980’den, 1930’lardan, 1960’tan birbiriyle bağlantılı iç içe geçmiş hikâyeler anlatır. Öykü içinde öykü, onun içinde başka bir öykü gibi. Asıl öykü 1930’larda otelin concierge şefi M.Gustave (Ralph Fiennes) ile göçmen bellboy Zero Mustafa (Tony Revolori) arasında şekillenir. 1960’ta eskimiş ve gözden düşmüş otelde yaşlı Zero Mustafa’nın (F. Murray Abraham) otele nasıl sahip olduğunu, eski cafcaflı günlerini ve ustası Gustave’ı anlatması başka bir öykü, oteli anlatan kitabın yazarının bu yazım sürecini anlatmaya çalışması da başka bir öykü. Zero’nun aşkı, otelin yaşlı kadın konuklarından birinin öldürülmesi, bu kadından Gustave’a miras kalması, cinayetle suçlanıp hapishaneye düşmesi ve oradan kaçışı, Zubrowska’da savaş çıkması, otelin ZZ subayları tarafından işgali filmin öykü içindeki öyküleridir. Tüm bu öyküler birbiri içinde eritilmiş, bağlantıları başarıyla kurulmuş, kimi zaman gerçek olması mümkün olmayan aksiyon sahneleri öykülerin içine ustaca yerleştirilmiş ve bir masal atmosferi yaratılmış.

Senaryo Stefan Zweig’in (1881-1942) eserlerinden esinlenerek yazılmış. I. ve II. Dünya Savaşlarını yaşayan Yahudi kökenli yazar, kendisi Avrupa’yı terk ettiği halde, Avrupa’nın Hitler’den kurtulamayacağı umutsuzluğuna kapılarak, karısıyla birlikte intihar etmiştir. Avrupa’nın sosyal dokusunu onun kitaplarında buluruz. Büyük Budapeşte Oteli‘nde de Avrupa’nın savaş öncesi dönemi otele gelen konuklar üzerinden anlatılır. Hayali ülke Zubrowska’da yaşanan savaş II. Dünya Savaşı’na, ZZ subayları SS’lere göndermedir filmde.

Senaryonun olağanüstülüğü bir yana asıl, mekân, dekor, kostüm ve ince ayrıntılardaki yaratıcılık insanı şaşırtacak düzeyde. Otelin değişik dönemlerdeki görünümü geçtiği zamanın ruhunu yansıtır biçimde renklendirilmiş, 1930’larda parıltılı döneminde rengarenk kremalı pasta gibi olan renkleri, savaş zamanında soğuk kahverengi renklere döner. Yine otelin konuklarla dolup taştığı zamanki dekoruyla, 1960’taki eskimiş ve unutulmuş dönemdeki dekoru ve renkleri farklıdır. 

Gelelim yönetmenin oyuncu seçimine ve seçtiği oyunculara uyguladığı makyaja. Yakından tanıdığımız oyunculara öyle bir saç şekli ve makyaj uygulamış ki tanımakta zorlanıyoruz. Bu özene karşın bu ünlü oyuncuların bazıları bir iki saniye gözüküyorlar filmde. Kimler yok ki: Willem Dafoe, Harvey Keitel, Adrien Brody, Bill Murray, Jude Law, Edward Norton, Tilda Swinton, Lea Seydoux, Tom Wilkinson, Owen Wilson, Jason Schwartzman, Mathieu Amalric, Jeff Goldblum, tam bir ünlüler geçidi.

Detaylarda aşırı titiz bir çalışma çıkarmış Anderson, çok kısa süreli görülecek nesneleri bile özel tasarlamış. Bu nedenle Büyük Budapeşte Oteli için “Özel tasarım harikası” demek doğru olur. Eğlenceli, rengarenk, stilize ama senaryosu ve sanat yönetimiyle özenle uğraşılmış bu filmi izlemenizi hararetle öneriyorum ama ayrıntılar benim için önemli değil diyorsanız filmi izlemeyin.

Son filmi Fransız Postası’nı (2021) pandemi nedeniyle bir digital platformda izledim. Film 1950’li yıllarda geçiyor. Paris’te çıkan bir Amerikan gazetesini 3 hikâye üzerinden anlatıyor yönetmen.  The New Yorker dergisinde çıkan gerçek makaleler üzerinden oluşturulmuş senaryosu. Her hikâyesi başlı başına bir film olabilecek detaylara sahip. İlk hikâye Benicio Del Toro’nun olağanüstü performansı ile belleklere kazınıyor. Ressam bir mahkûm ve gardiyanı arasındaki çekişmeli aşktan modern sanata oradan da sanat simsarlarına gidiyoruz. İkinci hikâye ise, Paris’te başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan 68 öğrenci hareketlerini ve protestoları işliyor. Üç bölümde de hissedilen olaylara karikatürize bir bakış var. Üçüncü hikâyede şiirsel dokunuşlar ve animasyon kullanmış yönetmen. Pek akılda kalıcı olamıyor bu bölüm maalesef. Bir final bölümü ile de bitiyor film. Ünlü oyuncuların resmi geçidi var filmde: Tilda Swinton, Benicio Del Toro, Kate Winslet, Elisabeth Moss, Christoph Waltz, Willem Dafoe, Jason Schwartzman, Frances Mc Dormand, Timothee Châlâmet, Adrien Brody, Lea Seydoux ve fetiş oyuncusu Bill Murray. 

Sonuçta renkleri, ince işçiliği ve içinde öldürmediği çocuk ile görsel ve işitsel olarak yine tatmin ediyor bizi Wes Anderson.



Picture of Neşe Ürel

Neşe Ürel

Tüm Yazıları