FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Sanatıyla benim Fridam

Sanatıyla benim Fridam

Bir önceki sayıdaki yazımı okuduğunuz umuduyla doğrudan başlıyorum.

 

Frida kısa ve acılı yaşamında üç kişisel sergi açmayı başarmış. Hem de öyle böyle değil. Bugün bile kolay kolay her sanatçıya kısmet olmayacak üç sergi. New York, Paris ve vatanı Meksika’da. İlk sergilenen eseri ise, 1931 yılında eşi Diego ile kendini resmettiği tablosudur ve San Fransisco kadın ressamlar topluluğunun yıllık sergisinde yer almıştır. Frida toplam 143 tablo yapmıştır, bunların 55’i otoportredir. Resimlerinin çoğunu yatarak yapmak zorunda kalan ve tepesindeki aynaya bakarak tamamlayan biri için bu belki kaçınılmaz. Ancak, bunlar öyle böyle sıradan otoportreler değil. Bu resimlerdeki Fridaların her biri – bazen ikisi, öyle hikayeler -belki de bir yaşam masalı anlatıyor ki bizlere. Ona “masalcı kızkardeşimiz” diyesim geliyor…

 

Gençken ve Frida’nın yaşamını çok bilmeden kimini gördüğüm bu resimler bende “naif” bir sanatçı etkisi bırakmıştı. Zaten çok resmini de görmemiştim. Frida’nın kendi fotoğrafları hep eserlerinin önündeydi. Akademi‘deki öğrencilik yıllarımda ve devamında Frida gündemim olmadı. Halbuki sanatla ilgiliydim, sanat eğitimi görüyordum, kadındım, devrimciydim, pek dillendirmesem de feministtim. Buna bir açıklama getirmem zor. Belki o dönemin özelliği ve üniversitenin ilk yıllarında gelen 12 Mart Darbesi‘nin yarattığı kendi acılarımız, hayat mücadelemiz, sorunlarımız… Belki…

 

Kısaca Frida, fotoğrafını tuvale dökünceye kadar neredeyse ilgilenmediğim bir sanatçı. Benim Fridam olduktan sonra ise, tablolarındaki her unsurun bana bir şeyler anlattığı, ilmek ilmek incelenmeyi hak eden bir ressam, yaşam mücadelesiyle bütünleşmiş bir sanatçı kişilik ve yaşamı kadar tablolarıyla direnen bir savaşçı benim için. Ve her bir tablosu, Frida’nın başına gelen olayların ondaki fiziksel ve duygusal yansımaları… bu nedenle her bir eserini yapıldığı yılda ve yaşadığı olaylar ışığında ele almak gerekiyor.

Benim “naif” yaklaşımım çok ilgisiz değilmiş, “modernizm” döneminde ‘primitivizm” ekolü olarak değerlendirilen resimleri var. Paris sergisi ve sonrası sürrealist ressam olarak da değerlendirilmiş. Hele Picasso bile böyle dedikten sonra… Frida ise bunu reddetmiş ve kendini realist olarak vurgulamış. Kendi sözleriyle; “Rüyalarımı ya da kâbuslarımı asla resmetmedim. Resmettiklerim bire bir kendi gerçeklerimdi.”

 

Bu sözleri ışığında “İki Frida” tablosunu ele alalım: Sağdaki Frida, Diego’nun çok sevdiği Meksika giysileri içinde, daha esmer tenli, elinde tuttuğu madalyonda Diego resmî var ve buradan çıkan ince bir damar kalbini besliyor, bu kalpten çıkan damar, soldaki Frida’nın yarım kalmış kalbine ulaşıyor; buradan devam eden damar bir ameliyat makası ile kesilmiş, kan damlaları gelinlik üzerinde ayrılığı simgeliyor; belki Frida’nın çektiği ameliyat acılarını da… Soldaki Frida daha beyaz tenli ve geleneksel Meksika gelinliği Tehuana içinde, başlık-duvak olmaksızın. Bulutlarla kaplı fon önünde iki Frida elele oturmakta, sanki bir fotoğrafçıya poz vermekten donmuş bakışlarla bize bakarak. Tablonun yapılış tarihi 1939. Diego ile boşandıkları yıl. (- gerçi bir yıl sonra yine bir araya gelecekler ancak beraberlikleri yine yürümeyecek.) Evet, bu bir boşanmanın resmedilişi… bize Frida hakkında başka anlattıkları da var. İki Frida ile aile kökenine de gönderme yapıyor, Sağdaki Meksika kızılderilisi anneden, soldaki Macar Yahudisi babadan olma Fridalar. Sağdakinin elindeki madalyondaki Diego’ya damardan bağlı, aynı zamanda bu damar göbek kordonu gibi… Frida’nın Diego’yu doğuramadığı, doğmamış çocuğunun yerine koyduğunun bir ifadesi.

 

Frida’nın aşkı o denli güçlü, takıntılı, bitmeyen bir aşk ki, Diego’yu tamamen hayatından çıkarttıktan sonra 1943‘te yaptığı otoportresinin adı: “Diego on my mind”. Ve bir sözü: “Ama sevgilim, bir daha gelseydim dünyaya yine seni severdim. Canlı canlı çürüyeceğimi bilerek…”

Frida 1943’te Meksiko şehrinde La Esmeralda isimli yeni bir sanat okulunda resim dersleri vermeye başlayacak ve ölümüne kadar 10 yıl bunu sürdürmeye çalışacak. Sağlık nedeniyle derse gidemeyince öğrencileri “Casa Azul’a gelip derslere devam edecekler ve onlar ‚Los Fridos‘ olarak anılacaklar.

1954 tarihli “Viva la vida/yaşasın hayat” isimli karpuzlu natürmortu ise bana hep 1939 yılında asılarak öldürülen İspanyol devrimci Carlos’un son sözlerini çağrıştıracak: “Gracias a la Vida/ teşekkürler hayat, bana verdiklerin için…” Ve kulaklarımda Mercedes Sosa’nın o muazzam sesiyle söylediği bu şarkı boyunca, bu karpuzlu tablonun önünde ağzımın suyu aka aka durabilirim. 

Bu nasıl bir yaşam sevinci, yaşam direncidir ki, ölüme bir adım kala ve bunu bilerek hayatın nimetlerini resmetmek? 

Ve son: 13 Temmuz 1954. “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım.” İmza: Frida. 

Picture of Birnur Akan

Birnur Akan

Tüm Yazıları