FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

SENSİZ ÇAYIRLAR AĞLIYOR

SENSİZ ÇAYIRLAR AĞLIYOR

Talihsiz bir kazayla yitirdiğimiz yönetmen Theo Angelopoulos’un (1935–2012) filmlerini ruhuma yakın bulurum. Onun ölümü ile bir dostun kaybını hatta ruhumdan bir parçanın koptuğunu hissettim. İçime işleyen tüm filmlerini düşündüm ve her bir filminden başka bir görüntü gözümün önünde uçuştu durdu. Eleni Karaindiru’nun müzikleri kulaklarımda çınladı. Deniz kıyısında köpeğiyle dolaşan Alexander, Tuna’nın üstünde bir şilebin üzerinde ağır ağır ilerleyen dev Lenin heykeli, düğünler, gelinler, sınırlar, sarı yağmurluklu adamlar, siyah şemsiyeler, hüzünlü yüzler ve puslu pek çok destansı görüntü… Bir daha onun tarzında bir film izleyemeyecek olmak içimi acıttı. Şiir gibi, imgelerle örülen sinema dili, etkileyici uzun plan sekansları artık yok. Yaptığı her filme özgün biçemini damga gibi basmış auteur bir yönetmendi. Sadece bir yönetmen de değildi, çağımızın sinema düşünürlerindendi.

Angelopoulos Atina’da doğar. Çocukluğunda babası, savaş sonrası sınır dışı edilir ve o da bütün filmlerinin temalarından biri olan sürgün ile tanışır. Bu küçük Theo için büyük bir travmadır. Sürgünü bire bir hayatımda yaşamadım ama dolaylı olarak nasıl bir travma olduğunu hissettim. 12 Eylül döneminde yakın arkadaşlarımın sürgünlüğüne tanıklık ettim ve onlardan haber alamamak, nasıl ve nerede olduklarını bilememek çok zordu, yasaklar kalktığında kimileri döndü, kimileri kalmayı tercih etti. Hiçbir şey eskisi gibi değildi, kalanlar için de dönenler için de…

Theo Angelopoulos, ilk filmlerinde olmasa da Kitara’ya Yolculuk’tan sonra karakterlerinin kendisiyle benzerlikler taşıdığını söyleşilerinde kendisi de kabul eder. 1968’de ilk kısa filmini, 1970’te de ilk uzun metrajlı filmi Tatbikat‘ı çeker. Filmleri üç dönemde incelenebilir.

İlk dönem filmleri tarihsel ve siyasal filmlerdir (36 Günleri (1972), Gezgin Oyuncular (1975), Avcılar (1977), Büyük İskender (1980)). Siyasal filmlerin amacını şöyle tanımlar: “Siyasal Film, üstü örtülemez gerçekleri masumların gözleri önüne serme çabasıdır.” Yine bu dönem filmlerinde Brecht etkisi belirgin biçimde hissedilir. Yunan yakın tarihini tartışmaya açar, saptamalar yapar, dersler çıkarır. Sinemada kolayı seçmez, hoşa gideni değil, çaba isteyeni seçer. Theo Angelopoulos gücü elinde tutanların ister sağ olsun isterse sol, her ikisinin de yozlaştığını söyler ve Büyük İskender filminde iktidarın, yetki sahibi olmanın sebep olduğu dönüşümlere işaret eder.  

Zaman içinde siyasal sinemadan ve Brecht’ten kopar ve bu dönem ikinci dönem filmlerini oluşturur (Kitara’ya Yolculuk (1984), Arıcı (1986), Puslu Manzaralar (1988), Leyleğin Geciken Adımı (1991)). Gün geçtikçe siyasetten soğur ve siyaset adına iyi bir şey yapılabileceği inancını da kaybeder ve şöyle der: “Dünya, insanın sadece piyon olduğu bir satranç tahtasıdır, bu yüzden olayları etkileme ihtimalimiz çok zayıftır”. İşte bu 2. dönem filmlerinde arka planda tarih örgüsü yer alsa da kişisel tarihlere eğilmeye başlar. Tarih ve siyaset geri plana çekilir, artık karakterler ön plandadır. Kitara’ya Yolculuk, Arıcı, Puslu Manzaralar filmlerini sessizlik üçlemesi olarak adlandırır: Kitara’ya Yolculuk-Tarihin sessizliği / Arıcı-Sevginin sessizliği / Puslu Manzaralar-Tanrının sessizliği. Bu üç film için Theo Angelopoulos’un şu cümlesi anahtardır: “Tarih şimdi suskun, sessizlik içinde yaşamak çok güç olduğundan hepimiz cevapları kendi içimizde arıyoruz.

Son yıllarda ise şiirsel dilinin doruklara çıktığı filmleri yapar (Ulis’in Bakışı (1995), Sonsuzluk ve Bir Gün (1998), Ağlayan Çayır (2004), Zamanın Tozu (2008)). Daha varoluşçu, insanın kaderine odaklanmış filmlerdir bunlar. Mekân, Yunanistan ve tüm Balkan ülkeleridir. Göçü, mültecileri, yeni sığınak arayanları zamanımızın en önemli sorunu olarak görür ve kendi yerelinden çıkarak evrenseli yakalar. Sınırlar onun için “Ortadan kaldırılması gereken kötülüklerdir”. İlk filmlerinin ana teması olan siyaset, son dönem filmlerinde önemini yitirir. 

Onun filmlerinin hiçbiri klasik sonla bitmez, çektiği her filmin son sözü, bir sonraki filminin ilk sözü gibidir. 

Sonsuzluk ve Bir Gün, yönetmenin en kısa, benim de en sevdiğim filmidir. İlk on listemde her zaman baştadır. Arkadaşım Gülen’i (Adile Gülen Tunguz) o yıl kaybetmiştim (14 Ocak 2000). Annesi kırk duası yapmıştı, çok üzüntülü bir günümdü. Evleri Bardacık Sokak’taydı, oradan erkenden ayrıldım. Metropol Sineması’nın o hiç sevmediğim küçük salonlarından birinde oynuyordu film, beş altı kişiyle izledim. Bir yandan ağladım, bir yandan haz aldım. Çıktığımda sinemaya girdiğim anda taşıdığım ruh halimden çok uzaklardaydım ve çevremdeki herkese “filmi gidin görün!” demek için can atıyordum.  

Filmin kahramanı Alexander ameliyat için hastaneye yatacaktır ve ölüm ona çok yakın gibidir. Hastaneye yatmadan önce yapacak işleri vardır. Köpeğine bir ev bulacak, yakınları ile vedalaşacaktır. Onun hastane öncesi son gününü anlatır film. Bu arada polislerden kurtardığı Arnavut bir çocuk onu çocukluğuna, karısıyla yaşanan özel bir güne götürecektir. Film için bir söyleşisinde şunları söyler yönetmen: “Filmin tümü zaman içinde, günümüzde ve geçmişte sürekli bir yolculuktur. Gerçek ile hayal arasında kesin sınırlar yoktur. “Alexander”ın yolculuğu gerçekte başlar, çocuğu, çocukları zengin ailelere satan bir çetenin pençesinden kurtarır. Ancak zamanda belli bir noktaya kadar yolculuk, içsel bir yolculuktur örneğin, ikisi birlikte Arnavutluk sınırına vardıklarında, sizler içindeki sahneyi hatırlarsınız; tel örgüye asılı insanlar vardır, kuşkusuz sınır öyle değildir, bu olaylar ve görüntüler sadece “Alexander”ın hayalindedir, bu bir hayaldir, tehdit edici dikenli teliyle sınır “Alexander”ın içindedir. Çocuk sadece onun iç çatışmasıyla yüz yüze gelmesine yardımcı olur; ona hayatının önemli anlarında yolculuğa çıkması, ölmüş karısı “Anna”yla mutlu anlarını hatırlaması için bir sebep verir…” (Theo Angelopoulos, Derleyen: Dan Fainaru, Çeviri: Mehmet Harmancı, AGORA Yayınevi)

Modern Yunan Üçlemesinin ilk filmi Ağlayan Çayır, ikincisi Zamanın Tozu‘dur. Üçlemenin üçüncü filminin çekimleri sırasında ne yazık ki öldü Angelopoulos…

Ağlayan Çayır’da 20. yüzyılın tarihsel serüvenini yine Balkanlar ve Yunan tarihi üzerinden anlatmaya soyunan Theo Angelopoulos, bu kez merkeze bir erkeği değil kadını (Eleni’yi) oturtuyor. 1919’da Kızıl Ordu Odessa’ya girince oradaki Yunanlıların ana vatana göçü ile başlar film. İşgal sırasında ailesini yitiren Eleni’yi evlat edinen ailenin oğlu ile umutsuz aşkını üst tema olarak alan filmin alt metinlerini okumak oldukça zor. Bu filminde destansı tarzına dönen yönetmen uzun bir dönemi anlatırken biraz zorlansa da tarihi, zaman içinde insanın iç yolculuğunu ve sevginin bitmezliğini anlatmada çok başarılı. Acılı insanların çoğunlukta olduğu, dramatik anların yaşandığı görkemli sahneleri olan bu epik film izleyiciden sabır isterken, bu sabrı gösterebilen sinemaseverlere de benzersiz anlar vaat ediyor. 

Zamanın Tozu’nda ise Eleni ve Spiros’un yaşlılıklarının, oğulları yönetmen A’nın ve onun sorunlu kızı küçük Eleni’nin geçmiş ve bugünle iç içe geçmiş öykülerini izleriz. Ağlayan Çayır öyküyü 1919’dan alıp 2. Dünya Savaşına getirmişti. Zamanın Tozu ise oradan alıp günümüze getiriyor. Karşımızda oldukça karmaşık bir öykü var. Karakterlerin gençlikleri ve yaşlılıkları zaman zaman kafa karıştırsa da her koşulda hayranı olduğum Angelopoulos sayfalar dolusu çözümleme yapılabilecek bir filme imza atmış. Kafa karışıklığına ise Eleni’yi canlandıran Irene Jacob’un yaşlı ve genç hali arasında makyajla belirli bir fark yaratılamaması neden oluyor. Yönetmen bir ömür süren Eleni ve Spiros’un aşkını anlatırken Avrupa’nın 1950’lerden günümüze kadar olan geçmişi de filmin arka fonunu oluşturuyor. Örneğin Stalin’in ölümü ve cenaze töreni filmin içine başarılı bir biçimde yerleştirilmiş. Yine bazı uzun plan sekansları var ki belleklerde yer ediyor.

Zamanın Tozu’nu; 29 Aralık 2009’da sinema grubumuzla Kızılırmak Sineması’nda izledik. Hem buluşup film izlemiş hem de yaklaşmakta olan yeni yılı kutlamıştık. Filmden çıkınca da çoğunlukla yaptığımız gibi filmi tartıştık. Kimimiz çok beğendiğimizi belirtirken, başka bir arkadaş Angelopoulos’un kendini tekrar ettiğini söyledi. Başka biri de filmin karışık olduğunu bazı yerlerin anlaşılmadığından söz etti. Seyir süreci özneldir, filmden herkes farklı çıkarımlar yapabilir. 

Angelopoulos ‘un filmlerinin ortak temaları; tarihte döngüsellik, Balkanlar’da sürüp giden savaşlar ve gerginlikler, insanın vatanında ve iç dünyasında yaşadığı sürgünlük, yalnızlık ve yabancılık olarak sayılabilir. Onun kahramanları sürekli arayışta olan ve acı çeken insanlardır. Ağız dolusu gülen birine rastlayamazsınız onun filmlerinde. 

Klasik zamanı parçalayan yönetmen, zamanı iç içe geçiriverir. Sonsuzluk ve Bir Gün ile Ulis’in Bakışı’nda kahramanımız bugünü yaşarken bir de bakarsınız geçmişteki annesi ya da karısı ile kucaklaşır. Bir söyleşisinde şöyle der Theo Angelopoulos: “Unutmayalım, söylediğim ve inandığım gibi geçmiş asla geçmiş değildir, şimdidir.”

Yönetmenin sinemasının ortak motifleri vardır. Filmlerinin neredeyse hepsinde deniz ya da nehir bir karakteri gibidir filmin. Sarı yağmurluklu bisikletli adamlar, siyah şemsiyeler, dans, düğün filmlerinin olmazsa olmazlarıdır sanki. Bütün filmlerinde beraber çalıştığı Eleni Karaindrou’nun müzikleri eşliğindeki onun uzun törensel plan-sekanslarını izlemek doyumsuz anlar yaşatır izleyiciye. Onun şiirsel sinema diline katkısı büyüktür bu müziklerin.

Ağlayan Çayır’dan sonra kimi eleştirmenler Theo Angelopoulos’un kendini yinelediğini söyledi. Bence onun söyleyecek daha çok sözü vardı ama olmadı.  Zamanın Tozu da bunu kanıtlıyordu. Üçlemesinin son filmini sabırsızlıkla beklerken ne yazık ki onu kaybettik.  Onun filmlerini, iyi kalite bir şarabı yudum yudum içerken aldığım keyfi alarak izler, ağır ağır anlamaya çalışırdım.

Onun sözleriyle yazımı noktalıyor ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Dünyanın şu anda sinemaya her zaman olduğundan daha çok ihtiyacı var. Yaşadığımız çürüyen dünyaya belki de en son direniş formudur sinema.” 

(Ruhuma Dokunan Filmler (2017) Kitabımda çıkan yazım)

Picture of Neşe Ürel

Neşe Ürel

Tüm Yazıları