Serkan Bey’in ilk yirmi yedi yıl, 2 ay, on dört gün, üç saati dikkat çekici değildi. Çoğu insan gibi o da aile tarafından yeşertilip gerekli olgunluğa erişince uygun şekilde değerlendirmek üzere; mobilya, kağıt, tonu dört bin liradan yakacak odun… önce eğitim, sonra iş hayatı tarafından ele geçirilmişti. Hedefler, hedefler, hedefler… Serkan Bey’ de ileri bakarken bastığı çiçekleri görmeyenlerden(di) bu hedefler peşinde. Diploma, iş, askerlik, ev, otomobil, emeklilik… Serkan’ın emekliliğine çok var. Çünkü daha posasından daha fazlasını barındırıyor seksen kiloluk bünyesinde. Ama odundan filiz çıkar mı hiç, çıkarmış. Serkan Bey, bugün kendisi henüz fark etmemiş olsa da yeşerdi. Ne o bunun farkında, ne de çevresi. Ama yeşerdi mi bir odun, artık odun değildir. Ve er ya da geç sırıtmaya başlar kalabalık arasında. İşte bir hikayeyi başlatan, ya da bir hikaye yazdıran da budur. Bir odununun filiz vermesi değil canım, Serkan Bey’in başka bir hayatının ilk günü.
Nasıl oldu da bugüne geldik? Saat 07.45’ te alarmı çalacak. Serkan Bey mışıl mışıl uyuyor. O uyanmadan kısaca bahsedeyim. Geçen ay, Temmuz’da mıyız? O zaman bir önceki ay, televizyon kanallarını karıştırırken babasına, yani babasının gençliğine çok benzettiği o adama denk gelmesi ile takıldığı film, yok ondan çok daha öncesi var, lise hocası Nazmiye Hanım’ın yıl sonu tiyatro oyunu çıkarmaya kolları sıvaması, yoksa bir dört yıl daha öncesinde kaydolduğu kütüphane… Ben şu filmden başlayayım. Hem zamanımız az, hem de başka türlü bu işin içinden sizi sıkmadan çıkamayacağım.
Babasına benzeyen adam, o izlemeye başladıktan sonra bir daha filmde görünmedi. Ama filmin sürükleyici ve eğlenceli yanı Serkan Bey’ e bunu unutturdu zaten. O fark etmedi ama ertesi gün işine karşı yaşadığı libidosundaki düşüş ve mesaisinde saatine normalden yedi defa daha fazla bakması hep o film yüzünden oldu. Öff çalmaya başladı, çok iğrenç bir alarm sesi var.
Her zamanki gibi, yani son iki aydır olduğu gibi ayakları geri geri giderek çıktı yataktan, dişler fırçalandı, akşamdan hazırlanan gömlek ve takım elbise giyildi, kravat takıldı; mama ve su kabına takviyelerin ardından kediye hoşça kal bakışı. Ve son rutini, yıllardır hiç aksatmadan evden çıkarken askıdan ya şapka ya da şemsiye alır, bugün hava durumunu tutturdu, şapkayı seçti. Kapıyı kapattı ama kilitlemedi, bu da şaşırtmadı bizi.
Bugün sabahın erken saatinde her gün ki gibi işe gitmiş olsaydı size Serkan Bey’i değil, yağmurlu bir günde Şebboy Sokak’ta oturan dört komşu evi anlatıyor olacaktım. Takdir edersiniz ki Serkan’ın müşterisiz, pardon Serkan Bey’in müşterisiz, klavye başında geçen beslenme molasından bağımsız sekiz saati ne sizin, ne de benim ilgimi çekerdi. Kimse ayın fotoğrafına, ay tutulmasınınkine baktığının onda biri kadar bakmaz.
Bu caddeyi artık ezbere biliyoruz. Serkan Bey her mesai sabahı ve akşamı buradan geçer, bir ileri bir geri. Ama şu sarı şeritler hiç hayra alamet değil. Bir düşünelim, tabi ya seçimler yaklaştı. Anketler Belediye’nin yerel seçimler öncesi halkı etkilemek için bir şeyler yapması gerektiğini söyleyince Belediye Başkanı takvime bakıp kalan kısa sürede gözle görülür hangi icraat yapabileceğini düşündü. Düşünmek eylemi fikir ile sonuçlanmayınca moralini bozmadı. Düşünmek zaman alıyordu madem, bu iş için birkaç danışman buldu buluşturdu. Danışmanlar kazma eyleminin hem işitsel hem de görsel olarak yeterince etkileyici olduğunu tespit ederek, kazılacak en uygun caddeyi bir an önce eşelemeleri için ekipleri seferber ettiler. Ve o da ne; Serkan Bey elinde çantası, kalakaldı. Hızla kasabanın krokisini geçirdi aklından, Kardelen sokaktan sapsam, yok en iyisi yolu biraz daha uzatıp peksimet caddesinden gideyim işe, orada yol üzerinde ki pastane iyidir. Bir iki poğaça da alırım hem.
Pastaneye son 500 metre, dünden kalan aranacak kişiler. Pastaneye son 400 metre, sabah gelecek ekibe sunum. Pastaneye son 300 metre, epostalara acil ilgilenilmesi gereken bir şey düşmemiştir umarım. Pastaneye son 200 metre, güzelmiş, demek oyuncu arıyorlar.
Bir düş için ölüm ilanı veremezsiniz, ancak kayıp ilanı verebilirsiniz. Gömdüğümüz hayallerimiz işte böyle bir afiş, bir bina tarafından hortlatılabilir. Bazen o an, bazen daha sonrasında hissederiz, gömdüğümüzün kalp atışını, nefesini, ya da bir düşü gömmenin bir kolumuzu ya da bacağımızı gömmekten daha çok bizi yarım bıraktığını. Ben burada böyle sizi etkilemek için bu Oscar Wilde özentisi cümleler ile edebiyatın dibine vururken Serkan Bey’in eylemsizliği dikkatimi dağıtıyor. (Sinir bozucu iç sesim: Bu benzetmen, tırtıl aslan benzetmesi ile eşdeğerdi. Sen ve Wilde ha…)
Mesai saati yaklaşıyor, saniyeler kelebek kanadı gibi yerinde durmuyor, fakat Serkan Bey takıldı afişe. Sanırım aile planlamasından habersiz, çok çocuklu bir keşke ile bir acaba çiftinden sürekli üreyen düşünceler ile boğuşuyor. Merdivenleri çıkan bir kadın, dur bakalım zarif ve güzel bir kadın; Serkan Bey’in afişe takılmış haline takılıyor. Artık resmiyeti ve Beyi kaldıralım, Serkan henüz kadını görmedi, çünkü ayağında ki görünmez prangalarla basamaklar çok daha fazla ve büyük görünüyor gözüne. Ama dur bir saniye, bizi şaşırtmaya devam edip merdivenleri çıkmaya başlıyor. Tam biz olacak bu iş derken duruyor. Kesin vazgeçecek. Ne yazık ki yanılmadık, geri dönmeye karar verdi ve döndü. Ama durun, o da kızı gördü. Serkan kusura bakma ama; yıllardır izlerim seni, hiç bu kadar salak gözükmemiştin gözüme. Aşk kalp krizleri gibidir, çoğumuz sadece görür, duyar ve biliriz. Çok azımızın başına gelir öyle birdenbire, haber vermeden. Kimimiz de birden fazla yaşarız. Serkan hadi hareket et, nefes al, bir şeyler söyle. Kız ona bir broşür uzatıyor (kalp masajı), ve bir cümle lütfediyor (hayat öpücüğü): ‘’Yüzünün farklı bir hamuru var’’. Serkan ilk müdahaleye cevap veriyor: ‘’teşekkür ederim,’’ ve gülümsüyor. Tekrar afişe hızla göz gezdirip, kıza bir hoşça kal işareti yapıp, kaybettiği zamanı telafi etmek için poğaçalardan fedakarlık yaparak ve adımlarını yüzde yirmi hızlandırarak işe gidiyor. Serkan şu an senden nefret edebilirim. Umarım bombok bir işgünü geçirirsin.
Mesai saatinin başlamasına yedi dakika kala kapıdan giriş yaptı Serkan. Biraz nefes problemi var galiba. E, biraz da terlemiş de. Günaydın… Günaydın… Size de günaydın… Merhaba… Aranacaklar listesini aramak içinden gelmiyor Serkan’ın. Neden Serkan? Yıllardır içinden geliyor muydu ki? İçini dinlemek yeni mi aklına geldi? İçini az önce o kız karşısında niye dinlemedin ulan o zaman?
Saat 09.09, Onu hiç böyle görmemiştim, çok başka bir ruh halinde; başka bir mümkün ile tanışmanın, uzun bir uykudan uyanmanın sersemliği, sarhoşluğu… Listeye etkileyici bir ortak mesaj hazırlayıp gönderiyor, beni şaşırtıyor, kuralları esneten basit bir hile gibi gelebilir size, ama biliyor musunuz bu ilk kez oluyor, beklenileni yani beni şaşırtması. Hep bekleneni, beklendiği gibi veren, istenileni yapan kusursuz Serkan, istenileni ilk kez istediği şekilde yaptı.
Patron çıldırmış bir şekilde içeri girdiğinde, önemli epostaları değil de ismini sormayı akıl edemediği kadından aldığı broşürü okurken görüyoruz Serkan’ ı. Saat 09.23. Serkan broşürde ne yazıyor, az dik tut da biz de görelim; dinler mi hiç. Patron konuşuyor ama ben anlamıyorum ki dediğinden size de aktarayım. Sanki dilini eşek arısı sokmuş gibi homurtuya yakın sesler çıkarıyor. Ağzından son çıkan kelime ‘’gğlmnyöormuuşş’’ bu sanırım gelemiyormuş anlamına geliyor homurtuca dilinde. Serkan bunu komik buluyor, diğerleri ise sözlere olmasa da duygulara karşılık verip kaygılı, düşünceli, üzüntülü ifadeler takınıyorlar mesleki tecrübelerinin hakkını verip. Hemen gözüm Cihan’ ı arıyor; patron yüzünü assa Cihan kahrolur, patron yemeği fazla kaçırsa Cihan mide fesadı geçirir, patron hapşırsa Cihan yatalak olur, patron bir dese, Cihan ikinin üçüncü kuvvetini hesaplar… Neyse uzatmayayım, Cihan sadece çalışmanın kariyer hedeflerinde yetmeyeceğinden endişelenip yalakalık eylemi ile çalışma eylemini harmanlamış bir çalışma arkadaşı Serkan’ın. Pek kanım ısınamadı Cihan’ a oldum olası. Hah buldum tam şurada, patrona kolonya tutarken telefon ile bir yerleri arayan (yoksa arıyor gibi mi yapıyor) o işte. Hani beş salise önce rakibinden yumruk yemiş bir boksörün dağılmış ifadesini suratına oturtmuş olan. Yahu bıyıklı olan işte. Cihan’ a da biri kolonya tutsun, kapıda ambulans beklesin hatta. Cihan sen bu işi çok iyi yapıyorsun. Serkan sen de lütfen kendine çeki düzen ver. Tamam üzgün olmayabilirsin, üzgün görünmeyebilirsin ama sırıtmayı kessen en azından. Farkında mısın kahkaha attın. Bu arada gözümden kaçtığını sanma, e-postalarının hepsinin önemsiz olduğuna karar vermen (delete).
Saat 09.28, Serkan’ın neşesi, gülme ve kahkahaları; çalışanlar, az çalışanlar ve yönetenler tarafından bir çeşit sinir krizi olarak algılanıyor. Patron’ un artikülasyon problemi en aza indi ve bu sabah gelmesi beklenen ekibin kaza geçirdiğini anlayabildik. Cihan hastaneye kaldırılmadı. Serkan’ın kahkahası sinir krizi olarak algılanıyor. Cihan nasıl da öfkeli, sahi bunu o niye daha önce düşünememişti ki. Serkan’a anlaşmalı hastaneye gitmesi için idari izin verdi kardeşinin nikahına gitmesine izin vermeyen patronu, ’’mümkün değil’’ demişti sadece. Ve Serkan boynunu büküp kabullenmişti itaatkar bir şekilde. Nasıl kızdığımı hala dün gibi hatırlarım her ikisine de.
Bir hafta m? şakamı bu? bir hafta rapor mu verdiler sana? Oğlum, sen 40 derece ateşin varken rapor almamış, işe gitmiş adamsın. İki sene önce motosiklet çarptığında pansumanlarını yapıp bir hafta yara bantlı bir sümüklüböcek gibi topallaya dinlene, inatla işe gitmiş adamsın. Diğerlerinden farklı bir mizah anlayışı kazanmış olman mı gerekiyordu işe gitmemen için? Yalnız, bir şey diyeyim mi, işin rast gitti, doktorun çok anlayışlıydı.
Serkan hastaneden çıkalı tamı tamına iki dakika on üç saniye oldu; dikiliyor, yüzünde sadece onu tanıyanların anlayabileceği gizlediği bir mutluluk ile. Tekrar içeri niye giriyor ki? Anlaşıldı, şapkasını unutmuş. En hafif yürüyüş temposuyla, etrafı bu şehre ilk kez gelmiş bir turist dikkati ile, sanki bir detayı kaçırmaktan korkarmış gibi inceleyerek yürüyor. Sıradaki hamlesini (onun bile bildiğinden şüpheliyim) merak ediyorum. Bu sabah bir trenin olası güzergahını değiştirdi muzır bir makasçı, yeni güzergahı bilene aşk olsun.
Vay be, bu şehirde ki en sevdiğim kitapçı. Ben Serkan’ı dışarda beklesem iyi olacak. Çünkü içeriye girdim mi Serkan umurumda olmaz, dalar giderim kitaplara; geriye ne Serkan kalır, ne de hikaye. Filmlerdeki dedektifler gibi sabırla bekliyorum… (İç gürültüm: Dedektiflik yeteneğin, Arthur Conan Doyle romanında ki Bayan Hudson’ın ki ile eşdeğer kesinlikle. Sabrın ise…) İçimden bir şarkı söylüyorum yüksek sesle.
Sabrım eskimiş bir batarya gibi, yarım saatte bitiyor. Kitapçının önündeki bankta oturan tartışan çift dağıtıyor dikkatimi önce. Köpeğinin kaldırıma pislediğini fark etmemiş gibi yapıp tasmasından çekerek hızla oradan uzaklaşmaya çalışan bir adam sonra. On sekiz – on dokuz yaşlarında bir genç, etrafından habersiz yeni aldığı kitaba eğilmiş çıktı kitapçıdan, köpekli adama çarptı. Sendeleyip tasmayı elinden kaçırdı artık köpeksiz adam. Genç özür dilemeye kalkıştı ama artık köpeksiz adam geldikleri yöne gerisin geri koşan köpeğin peşine takıldı vakit kaybetmeden. Köpeğe ismi ile seslenmesi etkisiz elemanla yapılan matematik işlemi. Artık köpeksiz adam az, önce bırakılmasına göz yumduğu boka bastı koşarken, bir iğrenme sesi ve küfür pişti oldu ağzında. Genç çiftten tartışma değil kahkaha sesleri yükseliyor artık. Sırıttığımı fark ediyorum ve asıl yapmakta olduğum şey, Serkan geliyor aklıma, acaba kaçırdım mı? Galiba benden iyi bir dedektif olmazmış. Biraz panik, biraz da kaygı ile sollu sağlı kaldırımı ve gelip geçen simaları inceliyorum. İçeri mi girsem?
Evet, kitapçıya girip emin olmak en iyisi. Gerek kalmadı, işte oradasın; camdan içeri gözetlerken ödeme sırasında yakalıyor gözlerim Serkan’ ı, ikinci kuyruktaki dördüncü adam. Tekrar kitapçının karşı kaldırımına, az önceki yerime kuruluyorum. Takım elbiseli (kıyafeti kırışık) bir kadın, solgun ciltli (derisi çok kırışık) bir adamla karşılaşıyor, kucaklaşıyorlar, mutlular. Bu mutluluk şu an mı doğdu, kavuşmayı planladıkları anda mı başladı, yoksa hep vardı da buluşma ile dozu mu arttı. Hemen kendime hatırlatıyorum: dikkatini dağıtma, dikkatini dağıtma…
Hah, nihayet Serkan sokağa teşrif ediyor. Sağa dönüp bir iki adım attıktan sonra fikrini değiştirip aniden geri dönüyor ve bir ayakkabısı boklu yeniden köpekli adama çarpıyor. Bir ayakkabısı boklu yeniden köpekli adam sersemleyip elini gevşetiyor, sonrası malum. Ben yeniden Serkan’ın peşine takılıyorum sokağın soluna, bir ayakkabısı boklu yeniden köpeksiz adam kaçan hayvanın peşine takılıyor sokağın sağına doğru.
Sözler nasıl da önemlidir: Küfür edersin, ilan-ı aşk edersin, şiir okur, masal anlatır, dua edersin, nefretini kusarsın… Sözler etkilidir, güçlüdür; incitir, onarır, oyalar, umutlandırır, kızdırır, sakinleştirir, iyi gelir, darmadağın eder… Sözler etkilidir, güçlüdür ama… Ama hangi söz bir insanı dans ettirebilir ki. (İç sesim, ya da iç böğürtüm: Konuya dönsen artık!) Müzik sesini fark etmemin hemen öncesinde iki şişmiş, sızlayan ayak ile Serkan’ ı takip etmekteydim. Kulağımıza çalınan o ilk nota bazılarınızın nahoş bulacağı sesli isyanımı noktaladı, ışığa giden pervaneler gibi sesi takip ettik. Fareli köyün kavalcısını getirdi aklıma bu çekimsellik. Neşeli, insanın kanını kaynatan, tebessüm ettiren bir melodiydi. Pazar yerinin yanında ki açık alan, müzisyenler, oynayan kalabalık, biralarını içen, sohbet eden, fotoğraf çeken seyirciler. Serkan oynayan kalabalığa katılmadı, fotoğraf ya da kafa çekmedi, kimseyle sohbet etmedi. Sadece izledi, nezle ya da grip gibi, kalabalığın neşenin ona bulaşmasını bekledi belki, belki de içinde uyuyan bir şeyin bu coşkulu sese tepki vermesini… O an orada olmanın onun ruhuna, benim de zavallı ayaklarıma iyi geldiğinden emindim sadece. (Lanet iç sesim: Nezleymiş, izlemişmiş, tepkiymiş… Son beş yılda verdiği tek tepki ev sahibi ile zam pazarlığındaydı. Müzisyenlerin arkasındaki binaya asılı kiralık ilanına bakmadığını nereden bilebilirsin ki…) Bir iç geçirdim.
Müzisyenlerin dinlenmek için verdikleri uzun bir es sırasında; önce adeta, sonra tırıs, daha sonrasında ise eşkin yürüyüş tutturduk. Sanırım kafasında bir şeyler filizlenirken aynı anda bir şeyler şekilleniyordu. (Bet iç sesim: Filizlenmek ya da şekillenmek kelimelerinden sadece birini kullansan yeterli olurdu.) Kravatını gevşetti bir ara. Bir süre sonra kısa bir ikircik yaşayıp yürümekte olduğu sokaktan başka bir ara sokağa, sabah işe geldiği güzergaha tam ortasından daldı ve aynı yolu bu sefer gerisin geri kat etmeye başladı. Çok sürmedi, yine aynı nokta da takıldık kaldık: sabah ki sınav ilanı. Üçüncü basamağa oturup ona baktım, nereye varacaktı bu işin sonu? Hatta bir sonu geçtim, bir devam söz konusu muydu? Yoksa bir andan ibaret mi kalacaktı?
‘’Bu biraz tuhaf değil mi?’’
Bu, sabah ki kadın! Serkan bu sefer daha dirayetli dur n’olur. En azından konuşmayacaksan ağzın açık durma, rahat elli puan düşük gösteriyor IQ seviyeni. Ağzın açık durma dedikse, konuşmada demedik ya, bir cevap ver ya da zekice bir iki kelime sarfet lütfen. Hadi, başarabilirsin!
‘’Yani, burası banka olsaydı, şüpheli şahıs diye emniyete bildirilirdin kesinlikle. Sabahtan beri o afişe bakmıyorsun herhalde.’’
Boyun devrilsin Serkan. Sırada ki müdürün cihan uyuzu olur umarım. Tüm…
‘’Şey…’’
‘’şey’’ dedi. Tamam bu iyi bir başlangıç olmayabilir ama sonuçta bir başlangıç.
‘’Aslında…’’
Şey den daha uzun bir kelime bu! Ha gayret.
‘’Aslında nasıl oldu bilmiyorum ama tekrar buraya geldim öylece. Beklemiyordum da ikinci bu, bir daha bakınca bir şeylerden emin olacağım sanki. Yani size değil tabi, ilana. Yani gittim geldim.’’
Çok zekiceydi, susmanı tercih edeceğim kadar zekice hem de. Sabah sıçtığını iyice sıvadıysan susma hakkını tutukluluk hali dışında kullanacağın en iyi yer ve zaman, burası ve şu an kesinlikle. Dur bir dakika, kadın gülmemek için yüzündeki tüm kasları zorluyor. Serkan, bu milyonda bir gerçekleşme ihtimali olan iyi bir başlangıç olabilir ama saçmalamaya devam edeceksen sadece başlangıçta kalırsın. Gelişme ve sonuç bölümü olmayan bir hikaye gibi. Başı ve gövdesi bulunamayan bir arkeolojik keşif gibi. Tam içindeki kahvenin tadına bakacağın sırada kulpu elinde kalan bir fincanın sapı gibi.
‘’Hmm,’’ dedi kadın bir kaşını kaldırarak.
Ne desin ki. Kibar kadınmış sonuçta. Ben olsaydım tercümanınızı kaybettiniz herhalde türevi on tane laf sokardım. Bu saçmalaman, ödülsüz bırakılmayı hak etmiyor sonuçta.
‘’ Bir terazi düşünün,’’ dedi Serkan beni şaşırtarak. ‘’ Bir ucunda hevesim var, diğer ucunda korkum.’’
‘’ Umarım hevesin ağır basar,’’ dedi kadın, kısa bir an düşündükten sonra.
‘’ Göreceğiz, şimdilik gerçekten bilmiyorum’’ derken oldukça samimi ve kırılgan gözüktü gözüme Serkan. O an onun için bir şeyler yapabilmeyi nasıl da istedim bir bilseniz.
‘’ Nasılsa günün sonunda bileceğim’’ dedi kadın cebinde çıkardığı sigarasını yakarken.
‘’… nasıl bileceksiniz ki?’’ dedi Serkan merakla gözlerini kısarak.
‘’ Jürideyim,’’ derken hafif tebessümü geri geldi kadının.
Vay, bu benim için de sürpriz oldu. Bugün ilk kez Serkan ile benim yüzümüzde aynı ifade var. Serkan şu an bu ihtimal senin aklına gelmemiş olabilir ama benim geldi, öğretmenin olması muhtemel birine aşık oluyorsun.
‘’Kitaplar mı? dedi kadın Serkan’ ın elindeki kitapevinin poşetini işaret ederek. Bakabilir miyim?
‘’Tabi,’’ deyip kitapları tek hamlede çıkararak uzattı.
‘’Sanırım günün sonunu beklememe gerek yok kararını öğrenmem için,’’ dedi kadın hızlıca sayfaları çevirirken.
‘’Günün sonu?’’ diyerek onun cümlesini soru cümlesine dönüştürdü Serkan ve aklında bir ampul yandı. ‘’Doğru ya bugün ayın… başvuruların son günü…’’ paniklediği her halinden belliydi. Afişe, saatine, kadına, kitaplara ve tekrar afişe baktı.
Kadın, göremediğim ama ne üzerine olduğunu artık tahmin edebildiğim kitaplarını ona uzatırken içten bir şekilde başarılar diledi. Usulen değil, kibarlık olsun diye değil, iyi bir izlenim için veya bir şeyler söylemiş olmak için değil… Kesinlikle sende hissettin bunu.
Bir, ‘’Yemek molası bitti, dönmem lazım,’’ dedi. İki, dönüp merdivenleri çıkmaya başladı sonra. Bir ile iki arasındaki o küsuratlı an…’’Lazım’’ demesi ve dönmesi… O son kelime ile ardından gelen eylem arasında ki o an… Bazı anlar aforizma gibi değil mi Serkan, ne kadar çok şey anlatıyor; günleri sıkıştırıyor içine, anlamlı olan birçok şeyi…
Demin, Serkan’ a başarılar dediğinde bir şey oldu; o görünmez terazi oynadı, denge bozuldu.
Kadın merdivenlerin sonuna gelip kapıya yöneldiğinde ikimizde halen onu izliyorduk. Hey, kalçalarına baktığını görmedim sanma.
Yine mi! Bir bisiklete gerçekten ihtiyacım var. (Huzursuzluğumun iç mimarı: ya da tekerlekli sandalye.) Şu an Serkan hızla hedefine bırakılmış bir ok gibi harekete geçti. Restoranlar, dükkanlar, sokak lambaları gibi ben de geride kalıyorum. Derken Serkan duruyor ve yaklaştığımda sabah yolunu değiştirmesine sebep olan sarı şeritlere bakarken buluyorum onu. Sarı şerit artık bir inşaat bölgesini değil, olay mahallini işaret ediyor; eski Serkan burayı dönemedi.
Nihayet evdeyiz. Dinlenmek için bu fırsatı değerlendiriyorum hemen. Köşede yer alan tekli koltuğa oturmuyor, yayılıyorum. (İç hastalığım: Çünkü artık eskisi gibi genç değilsin. Hatta düpedüz…) On bir kere on bir yüz yirmi bir, yüz yirmi bir çarpı on bir…
Serkan takım elbise ile girdiği yatak odasından şık bir kot, gömlek ve spor ceket ile çıkıp bu sefer banyoya giriyor. Diş fırçalama ve su sesi yeterince fikir veriyor, görmesem de olur. Havluyla yüzünü kurulayarak çıkıyor, saç kremi mi sürmüş? Bir o yana bir bu yana koştururken kadının haklı olduğundan emin oluyorum. Yorgunluğum birden verdiğim nefes gibi vücudumu terk ediyor. Bugün güzel bir gün…
Nihayet fırtına gibi odadan odaya dolanmayı bırakıp hareketleri yavaşladığında bir şey unuttum mu faslının başladığını anlıyorum. Aynanın karşısına son bir kontrolün ardından kararında sıkılan parfüm ve ayakkabı seçimi… Kedi ilgisizlikten şikayet ederek ayaklarına sürtünüyor. Başını ve yanaklarını okşuyor üstünkörü, döndüğünde telafi edecek bu ilgisizliğini. Ve son rutini, yıllardır hiç aksatmadan evden çıkarken askıdan ya şapka ya da şemsiye alır.
Bugün ilk kez evden çıkarken bir şey değil de İki şey aldı yanına. Bir şemsiye ve bir düş…