FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

SESSİZ SİTEMSİZ

SESSİZ SİTEMSİZ

Ritüellerim var. Sevdiğim insanları anmak, onları unutmamak ve unutturmamak, yüreğimi yakan acılarımı sağaltmasa bile biraz da olsa huzur veriyor bana.

Kardeşim Zerrin öldüğü zaman yazdığım yazıyı, her yıl paylaştım. Ömrüm yettiğince de paylaşacağım. Okumayanlar okur, bilmeyenler bir küçücük kızın neler yaşadığını öğrenir diye…

……………….

8 Ocak günü aramızdan „sessiz ve sitemsiz“ ayrılan

kardeşim Zerrin Tümay için…

Biliyor musunuz, aslında galiba “gerçek” yok.

Hepimizin gerçeği kendisi için tek gerçek.

Ya diğer gerçekler?

Dün kardeşimi toprağa verirken düşündüm de…

Bir çukur.

Çukurun etrafında insanlar.

Dostlarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız, güzellikleri ve en lanetli günleri paylaştıklarımız, birbirimizi acımasızca, kıyasıya hırpalayıp, sonra da kaybettiklerimizi gömdüğümüz çukurun etrafında omuz omuza durduklarımız.

Ve belki de daha neleri neleri paylaşacaklarımız…

Ben, o çukurun ne kadar derin ve karanlık olduğunu ancak iyice yaklaşıp başımı uzatınca görebildim. Bu çukurdan önce, 8 yıl önce gördüğüm tek ve ilk çukur, Ertan’ın küllerini bakır bir küp içinde kendi ellerimle yerleştirdiğim, çiçeklerin arasına saklanmış, çok derin olmayan dar ağızlı bir çukurdu. O gün, henüz tüten toprağı mezara doldururken, can arkadaşım Cahit’in kemanından yükselen “Fırat türküsü” o anın bir gerçek olduğunu unutturmuştu bana. Ve tuhaf bir tesadüf ama tam da Ertan’ı toprağa verdiğimiz 8 Ocak günü kaybettiğim kardeşimin gömüleceği çukurun başında bu kez, anacığımın ve babacığımın sessiz haykırışlarıyla gerçeğin tam göbeğindeydim.

Çukurun içine giren ve kardeşimi sonsuz uykusuna hazırlayan komşumuz Ahmet Bey ile Berdan, eğer yukarı doğru baksalardı, gökyüzü ne kadar sonsuz ve aydınlık ve mavi ve yaşamak herşeye rağmen güzel diye düşüneceklerdi şüphesiz. Ama o anda onlar için gerçek, büyük bir olasılıkla, yaşadıklarını taşımaktan yorgun düşmüş bir yüreğin çoktan buz gibi olmuş, narin bedenini incitmeden yerine yerleştirmekti.

Şu anda, bu satırları yazarken benim gerçeğim, tırnaklarımın arasında kalan ve belki de hiç bir zaman temizlenmeyecek, kara, ıslak, sert toprak.

Oysa toprak ne kadar sıcaktır, ne kadar bereketlidir ve bu Ocak ayının buz gibi bir gününde, sıcak, sarı güneşin altında insanın parmaklarının arasından nasıl da akar gider… İnsanın içini nasıl da ısıtır.

Toprağın beni bu kadar üşütebileceğini hiç düşünmemiştim.

Tırnaklarımın arasında toprak… Ellerim, yüreğim buz gibi.

Bir başka gerçek, Zerrin’in benim kardeşim olduğu. Benden 8 yaş genç olduğu. Biri 82, biri 87 yaşında iki güzel yüreğin kardeşimin acısını nasıl taşıyacakları gerçeği.

Bu gerçek, nereden bakarsanız bakın tek gerçek.

12 Eylül, Metris Askeri Ceza ve Tutukevi. Fatma Arguz, Ben, Reha İsvan ve Zerrincim. Felç geçirmeden bir kaç gün önce.

Zerrin aslında

bir 12 Eylül kurbanı

Tarihe tanıklık yapmamız gerektiği söyleneniyor. Ben de bu gerçeğin altını çizmek istiyorum. Aslında kardeşim, 12 Eylül’de, bundan tam 27 yıl önce kıllı, iğrenç iki pençe tarafından boğazı sıkılarak öldürülmüştü. Ne yazık ki katil serbest. Şimdi o, belki de kıllı pençeleriyle çok sevdiği karısının saçlarını okşuyor, belki evinde resim yapıyor, kimbilir belki de mafyanın tetikçisi olmuştur.

Zerrin ise…

Zerrin, bu konudan bahsedilmesinden hoşlanmaz, tüm ısrarlarıma rağmen bu konu hakkında fazla konuşmaz ve yazmazdı. Ben de bu nedenle, en azından bu sayfada, ayrıntılara girmeyeceğim. Ancak Almanya’ya döndükten sonra, dün gece Hafize’yle beraber, Zerrin’in evrakları arasında bir hüviyet ararken bilgisayarda yazılmış, gözaltı ve tutuklanma günlerimizi yazdığı bir dosya bulduk. Almanca olan bu metni tercüme ettikten sonra Vakfa teslim edeceğim.

Ama şu anda okumakta olduğunuz yazıyı kaleme almaktan da kendimi alıkoyamıyorum.

12 Eylül’den bu kadar yıl sonra kardeşimin ölümünden sorumlu tuttuğum hakimlerin, savcıların, o tarihlerde İstanbul Siyasi Poliste, TKP sanıklarını sorgulamakla görevli polislerin ve o dönemde insanların acı çekmesinden, sakat kalmasından ve işkencede ölmesinden sorumlu olan diğerlerinin rüyalarına kardeşimin boşluğa açılmış kara gözleri girer ve bir daha da silinmez dileğiyle yazıyorum.

Bir insan

ve insanlık halleri

Zerrin, hayatının son 15 yılını sol tarafı felçli olarak yaşamak zorunda kaldı.

Geçirdiği 2. felç sonucunda, sol eli spastik olan kolunu hiç kullanamıyordu. Bazen eli kızgın ocağın üstüne düşer, elinin yandığını ancak yanık kokusundan fark edebilirdi.

Sol bacağı ve ayağı da felçliydi. Bu ayağının üstüne evde ancak baston yardımıyla basabilir, sokağa yardımla ya da tekerlekli iskemleyle çıkabilirdi. Sağlıklıyken giymeyi pek sevdiği ince topuklu ayakkabılar, yüksek konçlu şık çizmeler onun için hayaldi.

Ses telleri de felçten kalıcı olarak etkilendiği için tek tonlu konuşabilir, sizi sevdiğini söylerken bile azarlar gibi söyler, tek tonlu, mekanik bir ses çıkarır, heyecanlandığı zaman ne söylediğini anlamak güçleşirdi. İnsanların kendilerini anlamadıkları endişesiyle mecbur kalmadıkça telefon etmez ve telefon konuşmalarını bu nedenle sevmezdi.

Çok hassastı, alıngandı. Yaşadıkları onu sertleştirmiş ve içine kapanmasına neden olmuş, çevresindeki insanların sayısı hergün biraz daha azalmaya başlamış, çok sevdiği çocukluk arkadaşları ve hatta 12 Eylül sonrasında en zor günleri paylaştıkları arkadaşları bile ona anlayış göstermez olmuşlardı. Kendini ezdirmemek için etrafına ördüğü korunma duvarını aşmak kolay değildi. Bu duvarı aşmanın tek yolu onu, ona acımadan sevmek ve samimi olarak ilgilenmekti.

Bir engelliyle yaşamak, arkadaş olmak, onu anlamak zordur. Çoğu zaman onların ne kadar ağır bir şey yaşadıklarını, ne düşündüklerini, düşündüklerini istedikleri gibi ifade edip edemediklerini, neden aksi ve huysuz olduklarını anlayamayız.

Koşmaktan bitkin düşmeyi; top oynamaktan, spor yapmaktan adalelerinin tutulmasını; bir banyo küvetinin içine tek başına girip çıkmayı; vapurda çay ocağının karşısına oturup iki eliyle açabildiği bir gazeteyi okumayı; rüzgara karşı saçlarını savura savura yürümeyi; eteklerini beline toplayarak üstüne gelen dalgalarla oynamayı; engin sularda kulaç atmayı; iki ayağının üstünde dengede durabilmeyi; merdivenleri ikişer ikişer inip çıkmayı; tabağına konmuş bir et parçasını bıçakla kesebilmeyi; sütyeninin çengelini tek başına takabilmeyi; bedenine oturan, fermuarlı bir ceket giyebilmeyi; uzun saçlarını süslü tokalarla toplayıp, at kuyruğu yapabilmeyi; bağıra bağıra şarkı söyleyebilmeyi; elbisesini uçurarak dans edebilmeyi; sevdiğine iki koluyla sımsıkı sarılabilmeyi ve hatta bir toplu taşıma aracına tek başına binip de itilip kakılmayı özlemiş olabileceğini düşünemeyiz bile.

Onun her konuda başkalarına bağımlı yaşamaktan, yardım istemekten yılmış olabileceğini…

İnsan etinin ne kadar ağır olduğunu ondan daha iyi bilen kimsenin olmayacağını da…

Aslında engelli olduğu için onu aramadığınızı düşündüğü, buna inandığı için sizi aramadığını, kendini size unutturmaya çalıştığını ve siz onu unuttuğunuzda ne kadar üzüldüğünü de…

Hareketimizin içinde “önemli” bir yeri olmasa da tertemiz duygularla fedakarca yer alan ve ne dün ne de son nefesine kadar, tüm yaşadıklarına rağmen hiç şikayetçi olmayan Zerrin’i çoğumuz ne yazık ki, Aydin Şenesen’in karısı, Berin’in kardeşi olarak tanıdik. Oysa Zerrin, sağlıklı dönemlerinde de, felçli yaşadığı dönemlerde de narin yapısına karşın güçlü bir kadındı. Ama öne çıkmayı sevmezdi.

Kelimenin tam anlamıyla “sessiz ve sitemsiz” gidenlerden oldu.

İlk felçten bugüne kısaca…

Zerrin’le beraber, 12 Eylül Darbesi’nden bir yıl sonra 1981’in 30 Ağustosunda gözaltına alındık. İki buçuk aya yakın bir süre, İstanbul Gayrettepe’de Birinci Şube’de sorgulandık.

Zerrin 12 Eylül öncesinde, önce Politika Gazetesi’nin Ankara Şubesi’nde gazeteci olarak, daha sonra da istanbul’da DİSK’e bağlı Hür Cam İş Sendikası’nda çalışmıştı. Ona, Politika gazetesi yazı işleri müdürü olan, kocası Aydın Şenesen’in yerini soruyor ve tabii işkence yapıyorlardı. Hücre koşullarında görüşmemiz mümkün değildi tabii. Ama bana haber yolluyor, “Abla üzülme, fazla bir şey yok, sadece gırtlağımı sıkıp duruyorlar” diyordu. Nitekim biz tutuklanıp Metris’e gittiğimizde kardeşimin boynu mosmordu.

Tutuklandık. Kimi zaman aynı koğuşlarda, kimi zaman cezalandırılarak ayrı koğuşlarda tutulduk. Mahkeme bir türlü başlamıyordu. Şimdi kafam biraz karışık olduğu için tam anımsayamıyorum ama galiba tutuklandıktan bir yıl sonra, mahkeme başlamadan önce bir gece kardeşim, ranzasının üstünde otururken ranzasından tuhaf bir ses geldi. Zerrin korkudan dışarıya fırlamış gözlerle bana bakıyordu. Aynı koğuşta yattığımız Reha İsvan’la koştuk, ranzaya oturttuk. Konuşamıyor, sağ tarafını hareket ettiremiyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Yüzü mosmor olmuş, gözleri yuvalarından fırlamıştı.

Uzunca bir süre deliler gibi doktor çağırdık. Koca metal kapıyı, pencereleri yumrukluyor, sesimizi duyurmaya çalışıyorduk. Epey bir uğraşıdan sonra doktor nihayet geldi. Ve durumun ne kadar acil olduğunu gören doktor kardeşimin hemen hastaneye kaldırılmasını sağladı.

Ayrıntılarını buraya yazmayacağım bu süreç bir kabustu. Tam teşekküllü Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde felç nedeni tespit edilememişti. Belki bir araştırma da yapılmamıştı. Belki o günkü tutanaklar, ne gibi bir işlem yapıldığı, ne teşhiş konduğu askeri arşivde hala bulunabilir. Benim bildiğim: Zerrin hastanedeyken onu görmesine izin verilen annem ve babamın, hasta yatağındaki felçli kardeşimin ayağına vurulan zinciri gördükten sonra fenalık geçirmeleri…

Bu arada mahkeme başladı ve hastanede olan kardeşim ilk celseye getirilmedi. Mahkeme tarihleri birbirinden çok aralıklı veriliyordu. Kardeşimi bu arada tekrar koğuşa getirdiler. Minicik kalmıştı. Hareket ve konuşma zorluğu vardı. Ama en azından tekrar yürüyebiliyordu. Bu arada Aydın da yakalanmış ve tutuklanmıştı. Onların Metris’in kütüphane bölümünde buluşmalarını sağlamak için elimizden geleni yaptık. Zerrin çok hastaydı. Nitekim bundan sonraki ilk duruşmada, tutuklandıktan tam bir yıl sonra tahliye edildi. Evde iyi bir bakım sayesinde bazı aksaklıklar kalmasına rağmen düzeldi ve Metris’te kalan Aydın’la beni ziyarete gelmeye başladı. Annem, babam ve Zerrin, haftanın iki günü, yaz demiyor kış demiyor, Bostancı’dan kalkıyor Metris’e görüşe ve tabii duruşmalara geliyorlardı.

Bu mahkemede askeri savcının, Zerrin’in durumunu bilmesine ve gözleriyle görmesine rağmen, tahliyesini önlemek için yaptığı atraksiyonu unutmam mümkün değil.

Koca bir devletin koca bir savcısının, parmak kadar bir kız çocuğunun 12- 13 yaşında tuttuğu hatıra defterini koskoca mahkemeye ‘DELİL’ olarak sunması, bir utanç belgesidir benim için.

Zerrin benden çok küçüktü. Benim İstanbul’da henüz üniversitede okuduğum sıralarda Ankara’ya yazdığım mektuplar, gönderdiğim şiir ve fotoğrafları Zerrin hatıra defterine döşemiş. Kenar süsleriyle bezeli defterin içine Cem Karaca şarkıları, Nazım’dan dizeler yazmış.

Ve koskoca savcı, çiçeklerle süslü bu pembe defteri bir torbanın içinden çıkararak mahkeme heyetine suç delili olarak gösterdi. Sonra sayfaları gelişigüzel çevirerek bölümler okudu.

Parmağını tehdit ederek sallıyor ve “bakın! Dağlar dağlar yazmış” diyor utanmadan… Salondakilere, dönüyor, yine kenar süsleri arasına döşenmiş bir kalp içine yerleştirilmiş bir yarısında Che’nin diğer yarısında sevgilisinin resmini yapıştırdığı sayfayı sallayarak, Zerrin’in ne kadar anarşist, terörist, “komonist” olduğunu kanıtlıyordu…

Evet, TKP İstanbul davası uzun aralar verilerek yıllarca sürdü. Ben 28 ay, Aydın 32 ay sonra, henüz dava devam ederken tahliye olduk. Ben, yurtdışına, Almanya’ya politik sığınmacı olarak çıktım. Zerrin ve Aydın bir süre Bodrum’da yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Pansiyonculuk, meyhanecilik gibi işler yaptılar. Ancak Aydın’ın sırtında sadece TKP davası değil aynı zamanda Politika Gazetesi yazı işleri müdürü olmasından dolayı açılmış, yüzlerce yıl ceza istenen davalar da vardı ve yeniden aranmaya başlanmıştı. Onlar da Almanya’ya kaçmak zorunda kaldılar. Ruhr Bölgesinde Duisburg’da, Parti’nin kontrolünde yayınlanan Türkiye Postası Gazetesi’nde benim gibi gazeteci olarak çalışmaya başladılar. Zerrin bu arada hem gazetede çalıştı hem Almanca hem de yeni bir meslek öğrendi.

Zerrin Almanya’ya geldikten kısa süre sonra kısa süren bir yüz felci geçirdi, ama bir araz kalmadığı için fazla üstünde durulmadı. İnsan gençken galiba hastalıklara daha duyarsız oluyor.

Sonra, 1993 yılında Aydın’la ayrıldılar. Zerrin çok büyük bir üzüntü yaşıyordu ki, sonradan 15 yıl beraber olacağı kocası Rainer Kristuf ile tanıştı. Birbirlerini çok sevdiler. Ancak tanıştıklarının dokuzuncu ayında, Zerrin’in 35. yaş gününde yaşanan şey hepimizin hayatını kararttı.

Zerrin, Rainer’in evde olduğu o sabah ikinci büyük felci geçirdi. Üç hafta kadar yoğun bakımda kaldı. Ölmesi an meselesiydi. Rainer bu süre içinde onu bir gün bile bırakmadı. Zerrin henüz konuşamayacak durumda hasta yatağındayken kardeşimin parmağına yüzük takarak onun hayata yeniden sarılmasına yardım etti.

Yapılan araştırmalar sonucu hastaneden elimize verilen raporda kardeşimin boğazını sıkan o kıllı acımasız pençenin izleri çift taraflı olarak görülüyordu.

Boğazın ön tarafında bulunan atar damarlar üzerinde, çene kemiklerinin altında kalacak şekilde çift taraflı „parmak izleri“ vardı. Raporu açıklayan doktor, bu hasarın ancak elle yapılmış olabileceğini söylüyor ve bu tür bir boğazlanma olup olmadığını soruyordu. Bir sıkıştırma neticesinde damar çeperleri birbirine yapışmış, basınçla akan kan, yapışmış çeperi açmış ancak yırtılmasına neden olmuş. Araya kan toplanmış ve kalınlaşmış. Kan pıhtısı Metris’te beynin sol yanında bir bölgeyi, yıllar sonra Almanya’da da sağ yanındaki bir bölgeyi tahrip etmiş. Ameliyat, hasarlı kısım kemik altında kaldığı için yapılamıyordu. Ancak yaşama isteği ağır basmış ve damarların tıkalı olan bölümlerinde vücut kendi kendine bypass yapmış, kılcal damarlar kanın akması için bir köprü oluşturmuşlardı.

Sonuç: Zerrin o gün kurtuldu. Ama yapılan tüm tedaviye rağmen o tarihten sonra, 35 yaşında, hayatının en güzel yıllarını sol tarafı felçli olarak sürdürmek zorunda kaldı.

Ve yine hayatının en güzel yıllarından birinde, tam da, „Abla bu yıl 50 yaşımı sevdiklerime bir parti vererek kutlamak istiyorum. İnsan her zaman 50 yaşına girmiyor ki“ dediği günlerde aramızdan ayrıldı.

Onu bulduğumda son nefesini henüz vermişti. Mosmor olmuş dudaklarına tuhaf bir gülümseme oturmuş ve kocaman açtığı kara gözlerini tavanda bir noktaya dikmiş bakıyordu. Kardeşimin gözlerini kapatamadım.

İşte gerçek bu…

Onun bu son bakışını hiç unutmayacak ve onu her zaman sevgiyle anımsayacağım.

Ama bu bakışın, Zerrin’in yaşamının bu biçimde son bulmasına sebep olan o kıllı pençenin sahibinin ve onun sahiplerinin kabusu olmasını diliyorum. (Berin Uyar, 2008)