Aleksander Sokurov’un ilk izlediğim filmi Ana ve Oğul‘du (1997). O kadar çarpıcı bir görselliği vardı ki filmin çarpılmıştım, Sokurov izlenmesi gereken yönetmenlerimden biriydi artık. Festivallerde Sokurov adını hararetle arıyor ve eğer programda varsa kaçırılmayacaklar arasına işaretliyordum. İstanbul ve Ankara Film Festivallerinde; Moloch (1999), Boğa (2001), Rus Hazine Sandığı (2002), Baba ve Oğul (2003), Güneş (2005) filmlerini izlemiş ve her birinin birer başyapıt olduğunu düşünmüştüm. Aleksandra (2007) ise Sokurov’un asıl başyapıtı idi.
Sokurov Batı Sibirya’da doğmuş ve Gorki Üniversitesi’nde tarih okumuş, daha sonra Moskova Sinema Akademisi’nde yönetmenlik eğitimi alan yönetmen, Tarkovski’nin mirasçısı olarak anılır. Bugüne dek altmış kadar belgesel ve uzun metraj film çeker ama ilk yıllarında pek çok filmi gösterim izni alamaz. Filmleri ancak 1986 yılından sonra gösterilmeye başlar. Sokurov; uzun planlı, minimal tarzıyla estetik görselliği, renkleri kullanmadaki çekiciliği, politik duruşu ve insanı yorumlayışı ile etkileyici filmler yaratıyor. Tarkovski’nin mirasçısı olarak anılsa da pek çok yönden ondan farklı bir sineması vardır. Sokurov’un acı çeken karakterleri umutsuzdur, bu umutsuzluk flu ve doğal yaşamı bozunuma uğrattığı görüntülerinde vücut bulur. Değişik mercekler ve filtreler kullanarak görüntüyü bozunuma uğratır sonuçta ortaya çıkan olağanüstü karelerdir. Onun sinema dili şiirseldir.
Sokurov, her çektiği filmle kendini aşan ve oluşturduğu dille ve denediği tekniklerle auteur olduğunu kanıtlayan bir yönetmen. Örneğin Rus Hazine Sandığı’ı tek bir plan olarak çekmiş. Bu filmi 2003 yılının nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde izlemiş ve şöyle yazmışım: “Migren krizim tutmuştu o gün, içtiğim ağrı kesiciler nedeniyle zaman zaman gözlerimi zor açsam da filmin görsel güzelliği hala gözlerimin önünde, anlatıcının etkileyici sesi kulaklarımda. Dilerim tekrar daha uyanık bir halde izleme olanağı bulabilirim.” Şansım varmış ki aynı yıl aralık ayında yapılan Ankara Film Festivali’nin programındaydı Rus Hazine Sandığı ve ben de bu benzersiz filmi sindire sindire tekrar izleyebildim. Çarların kışlık sarayı Hermitage’da 33 ayrı oda ve dış mekânda tek bir kaydırmalı çekimle gerçekleşmiş film. 867 oyuncu-figüran ve 3 ayrı canlı orkestra ile bütün müzeyi geziyoruz.
Sokurov’un sineması resim sanatıyla doğrudan ilişkilidir. Özellikle Ana ve Oğul‘un görüntüleri izlenimci ressamların tablolarını andırır. Sokurov “Aile” ve “Güç Sahibi Olanlar” adını verdiği film serileri çekmiştir. Bunları peş peşe çekmez. Aralarda başka filmler çekerek üçleme ve dörtleme şeklinde tamamlar.
Aleksandra’da cephede olan yıllardır görmediği torununu ziyarete giden ninenin gözünden cepheye, askerlere ve savaşa bakıyoruz. Aleksandra, Rus-Çeçen Savaşı sırasında Grozni yakınlarındaki bir karargâha gelir. Cephede genç askerlerin arasına, erkeklerin egemenliğinde olan bu eril alana giren yaşlı kadın daha baştan bir karşıtlık yaratıyor. Aleksandra bir pazaryerinde karşılaştığı Çeçen anne Melike ile sohbet ediyor ve aralarında bir dostluk kuruluyor. Melike “Erkekler düşman olabilir ama biz kardeşiz.” derken ‘ana’ olan birinin savaşın başlatıcısı olamayacağını vurguluyor. Yönetmen filmde asker üniformasının rengine yakın renkler kullanarak da savaşın ruhunu bize hissettiriyor.
Aleksandra’yı 81 yaşındaki ünlü opera sanatçısı Galina Vishnevskaya canlandırıyor. Yetenekli oyunculuğu ile anne şefkatinin derinden hissedilmesini sağlarken o kadar içten ve doğal oynuyor ki insanın içinden sahneye uzanıp onu kucaklamak ya da torunu gibi saçlarını tarayıp okşamak geliyor. Öyle bir film düşünün ki sıcak çatışmadan tek bir kare bile göstermeden savaşın acımasızlığını ve gereksizliğini çok etkileyici bir biçimde anlatıyor ve sinema tarihinin en başarılı savaş karşıtı filmlerinden biri ortaya çıkıyor.
“Aile” üçlemesinin ilk filmi Ana ve Oğul, ikincisi Baba ve Oğul, üçüncüsü ise Aleksandra’dır. Ana ve Oğul filminde ölümcül hasta bir anne ile ona büyük bir şefkatle bakan oğlu arasındaki derin etkileşimi izleriz. Çok az diyalogun olduğu filmde her kare bir tablo gibidir. Baba ve Oğul’da genç yaşta karısını kaybeden baba, oğlunu tek başına büyütmüş ve hayatını ona adamıştır. Siyah beyaz çektiği bu filmde sevgi ön plandadır. Aslında bu üç filminde de sevgi ana izleklerden biridir. Bu üçlemede; anne ve oğul, baba ve oğul, nine ve torun arasında yaşanan duygular ve etkileşim estetize edilerek ve olağanüstü bir görsellikle aktarılırken, sevginin derinliği de perdeden izleyiciye yansıyor.
“Güç Sahibi Olanlar” dörtlemesinde ise; Moloch (1999) Hitler ve Eva Braun’ın Alplerdeki konutlarındaki bir gününü, Boğa (2004) Lenin’in son günlerini, Güneş (2005) Japon İmparatoru Hirohito’yu perdeye taşır. Ardından da Venedik’te Altın Aslan’ı alan Faust (2011) gelir. Dörtlemenin özünü Sokurov şöyle ifade etmiş: “Kötülük yeniden üretilebilir bir şeydir ve Goethe bunu şöyle formüle etmiştir: ‘Mutsuz insanlar tehlikelidir’.” Yine yönetmen Altyazı Dergisi’ne verdiği söyleşide bu filmleri için şöyle diyor: “Tarih bir nehir gibi. Biz de nehrin kenarında oturan insanlarız. (…) Sinemada her şey o kadar kişisel ki genel geçer bir doğru olduğuna inanmıyorum. Sinemanın ‘doğru’ olanı anlatmak gibi bir işlevi olması da mümkün değil. Tarihi film diye bir şeyi hayal bile edemiyorum ben; anlatılan her şey kişiseldir. (…) Ele aldığım kişinin, tarihi bir figür de olsa, insan olduğunu göstermeye çalışıyorum.”
2015 yapımı Francofonia bir dörtlemenin ikinci filmi. Dünyanın dört ünlü müzesinde film çekmek istemiş Sokurov. Üçlemenin ilk filmi Hermitage Müzesinde çekilen Rus Hazine Sandığı. Francofonia Paris Louvre Müzesi’nde çekilmiş. Üçüncüsünü Londra British Museum’da, dördüncüsünü de Madrid’de Prado Müzesi’inde çekecekmiş.
Filmleri sinema salonlarına pek gelmiyor gösterime giren tek filmi Aleksandra oldu. Festivallerin vazgeçilmezi olan Sokurov’un yeni filmlerini sabırsızlıkla bekliyorum.