
Yıllarca önce, Almanya’ya yeni geldiğim yıllarda evsahibimizle iyi arkadaş olmuştuk. Bir ortak yaşam evinde, anahtarları hep kapıların üzerinde duran bir evin en üst katında oturuyorduk. Duisburg Ruhrorta’ta, üç katlı ve kocaman bir bahçesi olan evin giriş katında avukatımız Rolf, orta katta evin sahibi Marianna en üst katta da biz vardık. Rolf de Marianne de DKP’liydi (Alman Komünist Partisi). Bahçeye açılan zemin kat bir atölyeydi. İstersen ahşap oymacılığı yap, istersen seramik, istersen resim… Bir kocaman marangoz atölyesi ayrıca. Bahçenin etrafı yüksek duvarlarla kaplı ama duvarı üzerini kaplayan sarmaşıklardan ve çalılardan görmek mümkün değil. Çiçek çiçek bir bahçe. Bazı çiçeklerin tadına ilk kez o bahçede baktım. Marianne salatalara koyuyordu çiçekleri. Rengarenk ve müthiş iştah açıcı kokular. Bahçenin ortasında geniş bir çayır. Haftasonları gelen arkadaşlarla pırıl pırıl sohbetler. O yıllarda Şili’de hala faşist cunta vardı ve sığınmacı Şilili arkadaşlar da gelir yanık yanık Victor Jara şarkıları söylerlerdi. Yunan arkadaşlar uzoları, biz zar zor bulabildiğimiz rakılarımız, sazlar, gitarlar… Bahçemiz enternasyonal bir buluşma noktası gibiydi. Ve tabii ki bizi birleştiren şey, ülkelerimize, ailemize duyduğumuz özlem ve hüzündü.
Sonbahar başlar başlamaz bahçenin ortasındaki çayırdan, ağaçların diplerinden mantarlar fışkırırdı adeta. Marianne, geleneksel bir aileden geliyor ve eski halk yaşamını, hikayelerini, batıl inançları çok iyi biliyordu. Kocaman bir tencerede, kırlardan topladığı çeşit çeşit otları, mantarları kaynatır, nefis ve şifalı çorbalar yapar, her otun hangi hastalığa iyi geldiğini bilirdi. Tıpkı bizim nenelerimiz gibi…
Uzun yürüyüşlere çıkardık. O kadar uzun ki, anlatamam. Eve döndüğümüzde, yürüyüşe alışık olmayan ayaklarımızı koyacak yer bulamazdık. Almanların yürüyüş anlayışı bizden çok farklı. Yürüyüşe gidildiyse yürünür. Biz ise, iki adım atıp bir yerde oturup bir kahve içmeyi ya da bir şeyler yemeyi tercih ederiz ya… Yemeden içmeden yürüyüş olmazmış gibi.
Uzatmayayım, aslında bu kadar lafı mantar için yazdım. Bu yürüyüşlerden birinde Marianne çok heyecanlandı. “Hexenringe… Hexenringe…” diye zıplıyor. Genişçe bir çayırlıkta, bir daire etrafına dizilmiş bir mantar kolonisi. Biraz daha ilerde bir tane daha. Belki beş altı çember bulduk yürüdükçe. Marianne, bizim o dairelerin içine basmamızı engelliyor o çemberden bu çembere koşuyordu. Şaşkınlık içinde onu seyreden bizlere eski bir halk inancını anlatmaya başladı… Almancamız henüz yok denecek kadar az. Biraz Almanca, biraz İngilizce.. Biraz da bizim “üstün zekamız” işin içine girince sırrı çözdük.

Ortaçağdan kalan bu halk inanışına göre, mantar daireleri, orada cadıların toplandığına işaret edermiş. Kutsal ve bazen de lanetli kabul edilir, oradan mantar toplanmaz ve mantarlara da zarar verilmezmiş. Bazı bölgelerde ise inançlarının esiri olan insanlar bu mantarları yakar, cadıları kovaladıklarına inanırlarmış. Tıpkı Ortaçağdaki cadı avı gibi.
Geçen sene ben de ormanda yürüyüş yaparken bir “Cadı çemberi” gördüm. Üzerine gaz döküp yakmışlar. Hem mantar hem de toprak çok ıslak olduğu için tam yanmamış mantarlar, ama ayaklarıyla parçalamışlar çemberi. Aklıma hemen naziler gelmişti o gün.
Şimdi ise aklımdan hiç çıkmıyorlar. Hergün daha geniş kitleler içinde örgütlenen, oyunu sürekli yükselten, bir çok eyalette ikinci parti durumuna yükselen AfD beni, bizi, tüm yabancıları ürkütüyor. Yarın bizi bu ülkede güzel şeyler beklemiyor. Daha şimdiden sokaklarda yabancı avı başladı bile. Şimdilik gençlere saldırıyor Naziler. Yarın sıra kime gelecek bilmiyorum.
Güçlü bir muhalefet yok. Hatta iktidardaki Yeşiller Partisi’nin önemli bir insanı olan Cem Özdemir, bu gelişmeye karşı mücadele edeceğine, “Kızım için endişeleniyorum” diyerek mülteciler için sert önlemler alınmasını istedi. Yani AfD’nin ekmeğine yağ sürmüş oldu.
Cadı Çemberinden nerelere geldi yazım. Ama sonbaharın tadını çıkarıp, kırlarda cadı çemberi arayacağımıza, bu ırkçı kafayla uğraşıp, mide krizleri geçiriyoruz. Kaçacak, sığınacak yerimiz kalmadı. Dünya çıldırdı.