Güzelim okur bak ne diyeceğim sana. Ekim geldi, sinema sezonu açıldı. Hadi gel yamacıma film izleyeceğiz!
Yazının başına oturuyorum oturmasına da beynimde eprimeye yüz tutmuş şarkılar peşimi bırakmıyor, eh biz de şarkılarla başlarız söze. “Her şeyden biraz kalır”* diyordu şair, kalmış demek bir sürü şarkı. Çağrışımlar hızlı.
Bazılarını seçiyorum şuraya bak, dinle!
“Sen beni boşuna hiç kalbinin oralara koyma / kalamam oralarda /hayat ne ki sonuçta anlık bi buluşma/ lay lay lay/ben hep böyleyim” ama çok havalı, cool bildiğin.
“Kanun mu bu yalnızlık/ içimdeki yabancı/ el üstünde dururken kuyuya düşen, oyunbozan mı haklı/ biri söylese/ ölüm kadar rahatmış ayrılıklar” Yine de oyunu bozmasa mıydık, bak ölüm falan diyor!
Gelsin diğeri: “Kimsesiz zavallı dedirtmez kendine/ ağlayıp sızlamaz dertleşmez kimseyle/ karanlık sokaklar yalnız bir adam yürüyor ardına bakmadan” Duramıyor işte! Durursa düşeceğinden korkuyor, anla!
“Vazgeçmek zor senin o büyülü tuhaf sıcağından/ geri dön, geri dön” diyor, hercümerç olan.
Dur dur bekle ahlara sitemlere göre de var bi şarkımız: “Anlamazdın anlamazdın/ kadere de inanmazdın/günahım boynunda/ bir çift ağlayan göz bıraktın ardında”
Oyunbozan: “İster vur, ister okşa ben böyleyim / ben böyleyim”
Sözün bittiği yerdeyiz.
Vakit tamam, toparlanma vakti “Hayata dön/ şarkına dön/ evine dön” ile şimdilik halliceyiz, keder yok.
Peki ne yapalım? Dilimize pelesenk olan “carpe diem “sloganıyla mı alt etmeye çalışalım, savuşturalım hayatı? Ama, ama bize Freud babamız mutluluk, çalışmak ve sevmektir dememiş miydi? Tamamen bedensel yakınlık üzere kurulan, an’a yayılan ilişkiler derinleşmesine varamadan bitişler, kaybolanlar, hep aynı şekilde sonlanan hikâyeler, giderek artan yalnızlıklar, güvensizlikler, korkular ve mutsuzluklar.”
“Bizim büyük çaresizliğimiz” “Bizim büyük büyük, büyük yalnızlığımız”a hemdert olacak olan “bi küçük sevgi meselesi” değil de neydi ki!
Mevzu derin! Kıymetli bir konuğum var ve bu büyük meselemizi onunla çözümlemek istiyorum. Neticede “bu hep böyle böyle gider mi” canım?
Yaklaşık on yıl kadar önceydi. İzmir Psikologlar Derneği bir etkinlik hazırlamış, bir de meslektaşlarını davet etmişti: Psikolog Tarık Solmuş. Konu ilginçti. Tarık Solmuş bize kitapları ve filmler üzerinden “Bağlanma Türlerini” anlatmıştı. Daha önce izlediğim filmler vardı içlerinde ve fakat bir başkaydı, keyifli, öğretici, terapötik bir deneyimdi. Ben de bu deneyimi sizlerle birlikte yeniden yaşayalım istedim.
Evet, konu ile ilgili birlikte film izleyecek, üzerine konuşacağız. Pek çok film olmasına rağmen, söyleşi için biz hemen hemen herkesin izlemiş olduğu Türk filmlerini seçtik. Her birini ayrıntılı konuşamasak da örnekler olacak, içlerinden bazıları da daha ayrıcalıklı konuşulacak. Şöyle hazırlandık: Tarık Solmuş aşağıdaki filmleri seçti, ben de oturdum tekrar izledim. (Filmleri yazının sonuna ekliyorum.)
En günceli ile başlayalım: Issız Adam
O dönem, film bitince herkes kendinden bir şey bulup kendisine ya da sevgilisine büyük mercekler altından bakarak “Acaba ıssız adam mıyım?” ya da “Issız adam mı? Issız adamlık ne, nerede başlar?” sorularını sordu.
Hadi başlıyoruz.
Filmin ilk sahnesi genç, karizmatik bir adam ile açılıyor. Sabah uyanan Alper’in aynadaki kendisine attığı hoşnut bir gülümseme bakışıyla. Keyfinin gıcır olduğunu, kirli sakallarını karıştırırken kendine çok güvendiğini, telefonla tek gecelik tuhaf bir ilişkiyi kabul edişinden çapkın olduğunu, kendisini tek gecelik ilişkilerle bulup kaybeden ilişki tarzını seçtiğini anlıyoruz. Gönülçelenimizin bu kareye taban tabana zıt, nostaljik müzik seçimi de kulağımıza doluyor aynı anda.
Sevgili Tarık sana bırakıyorum sözü. Alper nasıl biri?
İçinde derin bir sevgi boşluğu yaşayan ama bunu kendine bile itiraf etmekten korkan, bağlanmaktan korktuğu için hep tek gecelik ilişkiler yaşayan bir yapayalnızlık aslında Alper. Bir yanıyla bağlanmayı, aşık olmayı çok isteyen ama bir yanıyla da bundan hep korkan, bizim psikolojide “Kaygılı Bağlanma” dediğimiz bir yapıya sahip. Mesela bütün o tek gecelik ilişkiler onun için çok “koruyucu, güvenli”. Kadınlar geliyorlar ve gidiyorlar nihayetinde. Hiçbiri de Alper’in “hiç bilmediği yerden” sormuyor; yani ondan sevgi, ilgi, şefkat beklemiyor. Tabii bağlanma korkusu o kadar belirgin ki bir kadın gittiğinde hemen çarşaf makineye atılıyor; ondan hiçbir iz kalmasın istiyor çünkü. Bütün o “çapkınlığı” da aslında bağlanma korkusuna iyi geliyor, kendince bir savunma mekanizması. Hayatı hep ikilemlerle, gel-gitlerle süren biri Alper aynı zamanda. Mesela sert davranıyor kadınlara ama canlarını yakıp yakmadığını da soracak kadar “ince” bir insan. Kalabalıklarda yürüyen bir sessiz çığlık Alper. Bağlanma korkusu o kadar net ki Ada’ya bağlanmaya başladığı için cinsel sorun yaşıyor mesela.
Alper böyleyken, tam da işler kendi istediği gibi giderken ne olur da kitapçıda rastladığı Ada’ nın peşine bir gölge gibi takılır? Ada da boylu poslu, özgüvenli, dik duruşlu, Alper’ in de sanki tam tersi. Ada nasıl biridir ve sonra neden özür telefonu eder? O telefon olmasa belki de ilişki başlamayacaktı. Ada’nın özrünün alt okuması nedir?
Kırık, kırgın, yaralanmış, bir kenarı kopmuş bir yaprak tanesidir Ada. Öylesine süzülüp gitmektedir havada. Kendine de hayata da bir şans verip vermemek, bir erkeğe güvenmekle güvenememek arasında gidip gelen, nereye sürükleneceğini bilemeyen bir yüzen adadır Ada. Alper kadar olmasa da o da bağlanmaktan korkar. Yıllardır yalnızdır ama bu yalnızlık diyelim ki ne kadar zor, çekilmez, mutsuz edici olsa da koruyucudur Ada için. Nihayetinde hiç bağlanmadığı için kimseye, canı da yanmamaktadır. Bağlanmadığı için mesela geçmişte olduğu gibi terk edilmemektedir. Bir yanıyla o da sevilmeyi, değer verilmeyi çok istese de içindeki ses yani bilinçaltı ona “Dur! Sakın yapma! Bak yine..” dediği için hep kendisini geri çekmiştir. Muhtemelen bütün çıkma tekliflerini reddetmiştir, kapıları baştan kapatmıştır Alper karşısına çıkana kadar.
Alper’den özür dilemek için yapılan telefon konuşmasının iki anlamı var. O konuşma Ada’nın hem sevgi, ilgi görme ihtiyacını yani bağlanma arzusunu gösterir hem de bağlanma korkusunu. Yani hem Alper’le ilişki yaşamayı isteyen ama hem de geçmişini geride bırakamamış, bir şekilde canı yanmış, hayal kırıklığı yaşamış Ada’nın çelişkisidir. Sevmeyi de sevilmeyi de ister ama “ya daha öncekiler gibi olursa!” korkusunu yaşar, bu korku peşini bırakmaz. Telefon konuşmasının diğer anlamı da şudur; Alper’i test etme, yani ona ne kadar güvenip güvenilmeyeceğinin bir sorgulamasıdır. Mesela Alper ona karşı anlayışlı, hoşgörülü mü davranacaktır yoksa “bi erkek” gibi davranıp ona kızıp hakaretler mi yağdıracaktır? Aslında Ada hiç farkında olmadan da olsa zaten Alper’i hep böyle test eder. Güya Alper’den kendisini hep uzak tutmaya çabalasa da kendisiyle çelişir. Alper’i hayatının dışında tutmaya çalışır ama bir yandan da içine alır.
O telefon konuşması bir yana, bir süre sonra Ada’yı Alper’in evinde görürüz mesela. Kontrolünü kaybettiğinin farkında olan bir kadının hazırlıksız yakalanmışlığının çaresizliğini görürüz Ada’da. Nihayetinde artık pes eder ve kendisini Alper’e bırakır.
Anne gelince neden bozuldu her şey?
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Ada’nın olduğu gibi Alper’in de hem çok yoğun bir bağlanma arzusu var ama hem de bağlanma kaygısı, korkusu. Mesela dikkat edin; Alper hem annesine para gönderen yani ona bağlanan, onunla bağ kuran bir insan ama hem de para gönderdikten sonra annesi onu arayıp teşekkür etmesin diye o telefonu kapatan insan. Alper istediği zaman onunla bağ kurup istemediği zaman da kurmuyordu, bu da ona kendisini güvende hissettiriyordu. Fakat anne İstanbul’a geldi, yani her şey artık Alper’in kontrolünden çıkmış oldu.
Şimdi bir düşünelim; zaten Ada’yla ikilemli, gel-gitli, olsun mu olmasın mı çelişkilerini yaşadığı, bu yüzden de çok bunaldığı bir dönemde bir de üzerine annesi gelince olanlar oldu. Her “Kaygılı Bağlanma”da olduğu gibi Alper’in de bilinçaltı ona dedi ki “Kaç! Kurtul! Çözüm bu!” Alper o yüzden Ada’yı terk etti, daha doğrusu terk ettiğini sandı, sanmaya da devam edecek. Oysaki filmde hepimiz de gördük ki Alper Ada’nın eski işyerine neredeyse türbeye çevirmiş durumda, sürekli oraya gidip eski günleri arıyor.
İlişkileri devam edebilir miydi? Etseydi nasıl devam ederdi? Ve gerçekten bitti mi?
Alper’in de Ada’nın da şu temel özelliğini unutmayalım; ikisi de hem bağlanmayı isteyen hem de bağlanmaktan korkan yani “Kaygılı Bağlanma” tarzına sahip. Dolayısıyla şunları rahatlıkla söyleyebiliriz; tekrar bir araya gelseler bile bir süre sonra yine ayrılacaklardı ve bu ayrılıp tekrar bir araya gelme girişimleri tekrar tekrar, yıllarca devam edecekti. Bir yanda Ada yani geçmişi şiddeti de içeren travmalarla dolu olan Ada, ihtiyaç duyduğu koşulsuz temel güven duygusunu Alper’den hiçbir zaman alamayacak. Öte yanda da Alper, yakınlık, bağlanma korkusu ve bir ilişkiden ne istediğini bilememek gibi nedenlerle Ada’ya bir yakınlaşıp bir uzaklaşacak bir Alper. Her ikisi için de her ait olma, bir arada olma, sıcaklık, şefkat, yakınlık; yani temel bağlanma ihtiyacı temel bağlanma kaygısını da beraberinde getirecekti.
Bu içinden çıkılmaz kısırdöngülerin bir daha asla görüşmemeye varacak kadar keskin bir tartışma, çatışma ya da içinde şiddeti de barındıran bir kavgayla son bulacağını söylemek mümkün. Tabii ne Ada Alper’i, ne de Alper Ada’yı hiç unutmayacak. Alper asla Ada’ya bir adım atmayacak; atsa da şöyle olacak mesela, ona 5 yıl sonra doğum gününde bir mesaj gönderdiğini düşünelim. Ya bir anda kendisini gösterecek olan bağlanma korkusu nedeniyle hemen telefonunu kapatacak ya da bağlanma arzusu nedeniyle buluşsalar bile o buluşma sadece bir çay kahve içmekle sınırlı kalacak. Geceyi birlikte geçirseler bile Alper yine gidecek. Hiç gelmeyecek ama hiç gitmeyecek de. Mesela hiç iletişim kurmayacak ama Facebook’tan hep gizli gizli takip edecek. Böylelikle hem içindeki bağlanma ihtiyacını tatmin edecek hem de terk edilmediği, reddedilmediği için korkmasına gerek kalmayacak.
“Issızlar” hep erkek mi olur? Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Bi Küçük Eylül Meselesi de kadına örnek değil mi?
Ülkemizde yapılan araştırmalar bu “Kaygılı Bağlanma” dediğimiz türün en çok erkeklerde görüldüğünü gösteriyor. Yani daha da Türkçeleştirelim; sanıldığının aksine Türkiye’de terk edilmekten daha çok korkanlar kadınlar değil erkekler. Kadınlar reddedilmekten korkuyorlar (Kaçınan Bağlanma). Sonuçta da her iki cinsiyet de farklı korkulardan da olsa ilişkilerden uzak duruyorlar, ya hiçbir adım atmıyorlar ya da kendilerine yönelik adım atanları da baştan reddediyorlar.
Eş seçimlerini nasıl yapmalı? Bu tür insanlar nasıl kurtulur? Nasıl sağlıklı ilişkiler kurabilirler? Kuranlar oldu çünkü. Akif dönmedi misal (Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku), Ada kopabildi, Asya( Selvi Boylum Al Yazmalım) emeği, iyiliği güvenli insanı seçebildi.
Tabii ki bir insan kendi geçmişinden gelen sorunları, yarım kalmışlıkları, hayal kırıklıklarını çözmeden, geçmişiyle vedalaşamadan yeni bir başlangıç yapamaz. “Bağlanma Kazası” dediğimiz tüm terk edilmişliklerini, reddedilmişliklerini, travmalarını geride bırakmaları gerekir. Alper’in de Ada’nın da mutlaka bir profesyonel yardım alıp terapiden geçmesi gerekir. Ben buna “Eteklerindeki taşları dökmeleri gerekliliği” diyorum. Önce ikisi de “sırtlarındaki yükten” kurtulmalı. Yepyeni, daha sağlıklı, güvenli, mutlu bir gelecek yaratabilmeleri için mutlaka bir psikoterapiden geçmeleri gerekir. Bağlanma sorunları asla kendi kendilerine çözülmez.
Bir küçük not: Ada gerçekten de kopabildi mi? Aslında kopamadı. Hala Alper’i yaşıyor içinde de, bunun adı Ahmet, Mehmet, İsmail. Yani yeni bir ilişkiye başlamış olması, evlenmiş hatta çocuk sahibi olmuş olması mesela belki de Alper’in yerini doldurabilecek birini bulma isteğinin sonucu. Ada terk edildi, terk etmedi, dolayısıyla hala içinde bir acı var ki bu durumda “yeni” bir başlangıç yaptığını söylemek pek mümkün değil.
Ya Kaybedenler Kulübü? Onu da şaşırarak izledik. Üstelik de gerçek bir hikâye. Oradaki Kaan karakteri ve yaşadığı ilişki daha sert, daha yok edici geldi bana?
Issız Alper bağlanmayı isteyen ama bundan korkan, bu nedenle de ikilemleri, çelişkileri, gel-gitleri olan biri. Oysaki Kaan çok net, sert, kestirip atmacı çünkü bağlanmayı istese bile böyle bir arayışı, çabası yok. Hayatının her alanında ciddi bir reddedilme ve yakın olma korkusu var. Aslında Alper’den daha çok ihtiyacı var sevmeye, sevilmeye ancak yine Alper’den daha çok korkuyor bağlanmaktan. Kendine yapayalnız bir dünya kurmuş, orada yaşıyor. İçinde ait olmayı, bağlılığı, bağlanmayı gerektiren her türlü durumdan kaçıyor. Bir yaşam hedefi, amacı, bir kariyeri yok. Rüzgârdaki toz zerreciği gibi oradan oraya sürükleniyor. Tamamen duygusuz, duyarsız yaşıyor. Hiçbir konuda sorumluluk almıyor. Asla âşık olmadı, olamaz da. “Standart” bir hayatı var; duygusuz, coşkusuz, tek düze. Her gece başka bir kadınla aynı yatağa girerek de bağlanmaktan kaçmış olan bir yapı. Hiç bağlanmayan, bağlanmaya başlasa bile kolaylıkla kaçacak olan ve asla geri gelmeyecek olan bir kişilik. Bu açıdan da Kaan psikolojide “Kaçınan Bağlanma” dediğimiz türün en başarılı örneklerinden biri.
Çok teşekkürler Tarık Solmuş.
(Panzehir Dergisi’nde yayınlandı)