Camille Claudel

Belki çoğunuz Camille Claudel’in hayatını konu eden o muhteşem ama insanın içini ezen filmi görmüşsünüzdür. Camille Claudel hayatıma bu filmle girdi. Yıl 88 veya 89. Essen’de bir minicik sinemaya geldi. Hava buz gibi. Ertan’la biraz problemli bir dönem yaşıyoruz. Az konuşup çok çalıştığımız bir dönem. Girdik filme. Bizim salon kadar bir sinema. Küçücük. On kişi var yok. O günü unutmuyorum. Filmi nefes almadan, hıçkırıklarla izledik. Dışarı çıktığımızda lapa lapa kar yağıyordu. Uzun zamandır yapmadığımız kadar sımsıkı sarıldık birbirimize. O bir saat içinde sanki ikimiz de değişmiştik. Camille’nin dramatik yaşamı bize çok dokunmuş; kendimiz hakkında düşünmeye ve birbirimize daha çok zaman ayırmaya karar vermiştik.
Şimdi diyeceksiniz ki, sen bir heykeltraşı mı tanıtıyorsun, kendi yaşamını mı anlatıyorsun? Aslında onu, bir film vasıtasıyla bile insanın hayatına dokunan o duyarlı ellerini anlatıyorum.
Bu filmden bir kaç yıl sonra, Essen’deki Folkwang Müzesi’ne Rodin sergisi geldi. Rodin’i getirince Camille Claudel’i de getirmişler elbette. Bu sergiye en az beş kere gittim. Camille’nin heykelleri karşısında durdum uzun uzun, düşündüm, fotoğraflar çektim. Fotoğraflarda kocaman görünen heykellerin orjinalleri küçücük. Rodin’inkiler yanında gösterişsiz gibi duruyor. Ama yakından baktığınızda bu taşların üzerinde dolaşmış o narin, duyarlı ince parmakları hissedebiliyorsunuz. Saçınıza, bedeninize, ruhunuza dokunuyor hafif hafif.
Paris’e her gidişimde bahçesinde “Düşünen Adam” heykelinin bulunduğu Rodin müzesine mutlaka uğradım. Alt katta bir bölüm Camille Claudel’e ayrılmış. Rodin’in o heybetli mermer blokları altında ezilmiş, adeta oraya sığınmış gibiydi Claudel. Ancak güzel bir haber de var: Artık bir Camille Claudel Müzesi de var. Nogent-sur- Seine’de çocukluğunu geçirdiği eve yakın bir yerde belediye tarafından satın alınan bir yer müze haline getirilmiş. Yolum düşerse mutlaka gideceğim.
Uzun ama kahırlı bir hayat
Fransa’da 1864 yılında doğmuş Camille. Topraktan figürler yapmayı seven küçük kızının yeteneğini farkeden ve ölünceye kadar da kızını desteklemekten vazgeçmeyen baba, annenin karşı çıkmasına karşın onu Paris’e götürerek ünlü heykeltraşlardan ders almasını sağlamış. Ne yazık ki, bu hocalardan birisi, Camille Claudel’in hayatının akışını değiştirecek ve belki de sonunu hazırlayacak olan Auguste Rodin.
Bir usta çırak ilişkisi olarak başlayan bu ilişki kısa sürede büyük ve tutkulu bir aşka dönüşür. O günlerde Camille 19, Rodin 45 yaşında. Ancak Rodin’in, karısı Rose Beuret ile ilişkisini sürdürmesini ve hep ikinci kadın olarak kalmayı kabullenemeyen Camille, yine de aşkından vazgeçemez ve elinde olmadan kıskançlık yapar. Bu kıskançlık Rodin’i ondan uzaklaştırır, ayrılıp tekrar tekrar buluşurlar.
Özel hayatı böyle bir çalkantı içinde geçen Camille, sanatında hergün gelişmekte, farklı ve işlenmesi zor olan malzemeleri yontu sanatına sokarak ilerlemektedir. Camille’nin o yıllarda en büyük sorunlarından birisi, sanat dünyasında kabul görmeyişidir. Erkek sanatçıların her türlü eseri sergi ve müzelere kabul edilirken onunkiler erotik bulunarak reddedilir. Kadın olması nedeniyle uygulanan bu sansür onu zıvanadan çıkarır. Ama yapacağı fazla birşey de yoktur gece gündüz çalışmaktan başka.
Eserleri
Camille Claudel’in eserlerine dikkatle bakıldığında ilk farkedilen şey duyarlılık. Taşı öylesine işliyor ki, o andaki duyguları izleyene aynen geçiyor. Yüz ifadeleri, bir ağız kıvrımı, bir kadın ayağının taşa tüy gibi değmesi, beden duruşları, hareketler… Bütün bunlar gerçekten büyük bir sanatçı olan Rodin’in heykellerinde hissedilemiyor. Büyük, her adelenin kıvrımlarını, bedendeki devinimi görüyor ama duyguyu alamıyorsunuz. Oysa Camille Claudel’in heykellerinde duygu geçiyor size. Bu durum bile Rodin’in, Claudel’in sanatını kıskanması için yeterli bir sebep olabilir bence.

Camille Claudel’in çok sevdiğim ve bakmaya kıyamadığım, çeşitli açılardan defalarca fotoğrafını çektiğim üç yontusunu aldım buraya.
Birincisi, “Dalga” isimli eser. Onniks taşını kullandığı bu eser büyüleyici. Bu taşı heykel sanatına getiren sanatçı da o zaten. İşlenmesi çok zor, sert bir materyal. Ama onun yaratıcı parmakları taşı ehlileştirerek yumuşacık, şeffaf, sevgi dolu bir yumağa dönüştürmüş.
“Flüt Çalan Kız” ise bronz. Kızın flütü tutan ellerindeki zerafet, ayakların utangaç duruşu, yukarıya doğru uzanış, o pürüzsüz cilt… Heykele bakın sonra gözlerinizi kapayın; kızın nefesini duyacaksınız.

Ve Camille’nin hayatındaki dramı işlediği „Kader“ heykeli. Bu heykel grubunda karısının ısrarları üzerine Camille’yi geride bırakıp karısıyla giden Rodin işlenmiş bronza. Geride onların arkasından yalvarır biçimde yerde duran kadının derisi genç ve diri; Rodin’in sırtına abanmış (karısını temsil eden) kadının ise buruşuk ve pürüzlü. Tıpkı bir cadı gibi yontulmuş. Bu, bence Camille Claudel’in isyanını belirten en etkili eserlerinden birisi.


Yaşadığı umutsuz aşk, etraftan gördüğü baskı, babasının ölümünden sonra ailesinin ve arkadaşlarının ondan yüz çevirmesi, çok sevdiği kardeşinin Çin’e gitmesi ve yalnızlık yavaş yavaş Camille Claudel’in ruhi dengesini bozar. Bir buhran sırasında atölyesindeki bir çok eserini parçalar. Sokaklarda bir berduş gibi dolaşarak ve bazen de Rodin’in kapısı önünde ona yalvararak geçirir günlerini. Sonunda annesinin kararı ve Rodin’in desteği ile ömrünün sonuna kadar, 30 yıl kalacağı bir akıl hastanesine kapatılır. Orada sanatını sürdürebileceği malzeme de verilmez kendisine. Yapabildiği tek şey kardeşi ile mektuplaşmaktır. Bu süre içinde kardeşi Paul onu ancak beş senede bir ziyaret edebilir. Annesi ve arkadaşlarından hiç biri onu görmeye gelmez. Hastane yönetiminin, onu eve yollama isteği de aile tarafından kabul görmez. Claudel korkunç bir yalnızlık içindedir. Kardeşine yazdığı bir mektupta,
„“Akıl hastanesi!… Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Özellikle kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar… Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de aslında kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar… Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte!… Bu esaretten çok sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?’
İşte böyle. Bir kadının, çok özel bir sanatçının yalnızlık, hayal kırıklığı içinde sona eren hayatı bu. Rodin, tartışmasız büyük bir sanatçı ama Camille Claudel’in sevgisini haketmemiş, kaba, maço bir erkek bence. Claudel’in bize bıraktığı eserlere bakınca ikisi arasındaki zıtlığı ve bu narin kadının acısını taşa nasıl işlediğini; bize bunu kucak kucak aktarabildiğini görüyor, acısını tüm bedenimde hissediyorum.