
Normalde depo olarak kullanılan altı metrekarelik odayı güya kendisine çalışma ofisi yapmıştı. Ama o kadar dağınıktı ki çalışma odasından ziyade yine bir depoya benziyordu. Her şey her yerdeydi. Hatta bazı şeyler gerçekten yerdeydi. Kapının girişinde sağda duran ve kütüphane niyetine kullanılan giysi dolabından devşirme, içine rastgele raflar çakılmış dolap her türde kitaplarla dolup yerlere taşmıştı –ki zaten odaya yayılan baskın bitki örtüsü de buydu. Tam karşıdaki duvara ise pencere altına iliştirdiği masası ve sandalyesi duruyordu. Çalışırken pencereden ışık alma hevesi kursağında kalmıştı. Zira gelen ışık bilgisayarının ekranını görmesini engelliyordu. Hatta güneşli günlerde ışık o kadar rahatsız ediyordu ki perdeleri kapatıp lambayı açmak zorunda kalıyordu.
Odanın kalanında ise aralara rastgele serpiştirilmiş kıyafetler filizleniyordu. Masaya daha yakın bölgelerde ise yenilmiş fast foodların kocaman puntolarla yazılmış markalarının olduğu karton poşetler de, bu habitatın kurumuş otlarını oluşturuyordu. Artık hayatının büyük bir kısmını burada geçiriyordu. Dışarı çıkma konusunda kendine cimri olduğunu pekâlâ iddia edebiliriz. Çoğu zaman koltukta uyuyakalıyor ve dışarıya sadece tuvalet ihtiyacı için çıkıyordu. Yediklerinden mütevellit bağırsak sisteminin de pek sağlıklı çalışmadığı düşünülürse, bu da pek az oluyordu. Öz bakımları konusunda hijyen kelimesine “TDK’da bir sözcük” uzaklığındaydı. Yeterince uzamış sakallarına bakarak bir önceki öğünün menüsünü tahmin etmeniz pekâlâ mümkündü.
Sigara içme alışkanlığı yoktu. Çok denemişti ama o genze yapışan katran tadına bir türlü alışamamıştı. Ne zaman denese öksürük krizine tutuluyor, gidip duş almadan da kendine gelemiyordu. Sigara içmeyi denemeyi bıraksa da, arkadaşının Küba’dan getirdiğini iddia ettiği ve artık tamamen kurumuş puro, üçte biri içilmiş bir şekilde, koca gövdesine hiç de uymayan küçücük bir kül tablasında, ev sahibi çık demiş kiracı edası ile eğreti bir şekilde duruyordu.
Baktı sigaraya alışamadı, kendini kitaplara verdi. Bazen, fil iştahı ile silip süpürdüğü kitaplardan okuyacak bir şey bulamazsa, ayağa kalkıp seçmeye bile tenezzül etmeden elini kitap yığınının içine atıp ilk bulduğunu tekrar okuyordu.
Tabi ki hep böyle değildi. Yazdığı “Köpekleşen Aşklar” isimli romanı onu zamanının tanınmış isimleri arasına sokmuştu. Birçok ödül almıştı. “Umut Vaat Eden Yazar”, “En İyi İlk Roman”, “Yılın En İyi Çıkış Yapan Yazarı” gibi kelime öbeklerinin bol kullanıldığı ve adı sanı duyulmamış kurumlar tarafından verilen ödülleri almaya bile gitmemişti. Bu onun bohemliğine verilmişti. Ödüllerden bağımsız bir şekilde okuyan herkes gerçekten çok sevmişti romanını. Okuyanın damağında en sevdiği yemeğinin aromasını bırakıyordu ve herkes kendinden bir şey buluyordu. Bir sonraki romanı için sabırsızlıkla bekleniyor, yayınevleri yeni romanını ilk yayımlayan olabilmek için teklif üstüne teklif veriyorlardı. Ama o bu tekliflerden hiçbiri ile ilgilenmedi. Ki bunu da bohemliğine verdiler. Ne de olsa yazmak sancılı bir süreçti ve çok da şey etmemek gerekiyordu.
Ama beklenen ikinci roman bir türlü gelmiyordu. Saatli maarif takviminin yaprakları “timelapse” efekti ile bir dolup bir boşalıyordu. Zaman içinde her şey gibi o da unutulmaya başlandı. Gemiyi her zamanki gibi önce fareler terk etti. Yayınevleri artık hiç aramıyordu. Sonra okurları unutmaya başladı. Unutulurken de yermeyi ihmal etmediler. Aldığı ödüllerin isimleri saçmalığında başka lakaplar taktılar.
“Hayal Kırıklığı Yazar”,” Kalemi Kırık Yazar”, “Tek Romanlık Yazar Müsveddesi”.
Tarihin tozlu raflarında yer almak ne kadar kolaydı. Bu yüzden toza alerjiniz varsa maske takmanızı öneririm. Her şey ne kadar çabuk eskiyip önemini yitirmişti. Bazen hiç var olmamış hissediyordu kendini. Ama bu var olmama hissi kesinlikle yeni bir şeyler yazamamakla ilgili değildi. Hatta yeni bir şey yazmak umurunda da değildi. Bu yüzden yazamamak değil yazmamak olarak değiştirelim fiilimizi.
O romanını yazarken ünlü olmak veya para kazanmak için yapmamıştı bunu. Onun içi kelimelerle dolmuştu ve ses telleri bu kelimeleri tek tek titreştirerek duyulur hale getirmek için yeterli kalmıyordu. Yazmaya başladı. Her yere ve her şeyle. Bazen yemek yerken aklına gelen bir cümleyi kurşun kalemle masasına, bazen tuvalette tükenmez kalemle duvara. Bir keresinde gece uyanıp çarşafın üstüne yazmışlığı var. Tabi o zamanlar yatakta uyuduğu dönemler.
İçindekileri kelimeler bitene kadar yazdı. Bir çocuğun kumbarasını son meteliği çıkarmak için ters çevirmesi gibi resmen kendini tepetakla etti tüm kelimeleri dökmek için.
En sonunda etrafa saçılan bu cümleleri bir arkadaşı süpürdü. Atmaya kıyamadı. Götürdü tamir ettirdi bir bilene. Editör bir kaporta ustası edası ile her cümleyi anladı özümsedi. Ve olması gereken yerlere oturttu. Bittiğinde önünde fabrikadan yeni çıkmış gibi duran harika parıltıda bir “1956 Chevrolet Bel Air” duruyordu. Bir klasik. Gerisi bildiğiniz hikâye.
Aslında romanında O’nu anlatmıştı. Onun hissettirdiklerini. Onunla tanışmadan önce renkleri bile bilmediğini fark etmişti. Her sesin aslında bir şarkıya nasıl dönüşebildiğini, dilinin üstünde dört tat bölgesinin olduğunu ve çiçeklerin nasıl güzel kokabildiğini. Dostoyevski’nin betimlerinden daha uzun sürdürebilirdi onu anlatmayı. Bildiği tüm güzel kelimeler zaten onu doğal olarak tasvir ediyordu. Kendini onun yanında dünyaya bile karşı gelebilecek güçte, aynı zamanda bir tek sözü ile ufalanacak kadar da güçsüz hissediyordu. Samson’un gücünü saçlarında aldığı gibi o da gücünü sevgisinden alıyordu.
Her şey gibi, aşkları da doğdu, üzerine titreyerek büyüttüler, zor bir ergenlik geçirdi ama yetişkinliğe ulaşamadan öldü. Bazı şeyler hiç bitmeyecek gibiydi. Belki de bitmemeliydi. Ama aşkları Tanrı değildi ki baki kalacak.
Dünya durmalıydı. Kıyamet dedikleri bu olmalıydı. İsrafil Sur’a üflemişti. Ölmek kolay olandı. Peki, ölmediği halde bir daha dokunamayacak olmak.
Yasın beş evresinin her bir aşamasını titizlikle yaşadı. Hiç birini es geçmedi. Önce inkâr etti, sonuç alamayınca öfkesine yenik düştü. Kendiyle pazarlığa oturdu, anlaşamadı. En sonunda depresyona girdi. En çok da bu bölümü sevmiş olacak ki çıkmakta zorlandı. Ve zaman geçtikçe beklenen an geldi, kabullendi. Kitaplarda yazmayan başka bir aşamaya geçti. Yoksunluk sendromuna girdi. Tıpkı uzun süre psikotrop ilaç kullananların bir anda ilacını kestiğinde olduğu gibi tüm bedeninde elektrik çarparcasına karıncalanmalar hissetmeye başladı. Her adım attığında titriyordu. Belki de tam bu esnada başladı odasından çıkmak istemeyişi.
Artık biliyordu. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu yüzden hiçbir şeyin de önemi kalmamıştı. Çünkü renkler yine solmuş, sesler gürültüye dönüşmüş ve yedikleri sasıydı. Yaşamak sadece nefes alıp verilen organik bir duruma dönüşmüştü.
Yani aslında artık istese bile yazamazdı. Sahra çölü, zihninin yanında “Babil’in Asma Bahçeleri” kadar yeşil sayılırdı. Bitkisel hayatta gibiydi ama çölünde yetişen kaktüsler bile ondan daha canlıydı.
“Kendine gel” diyenlere “gelebilecek bir kendim yok” demek istedi, diyemedi. Onun yerine “Beni rahat bırakın” diyebildi sessizce. Onlar da öyle yaptı. Rahat bıraktılar kalan kendisiyle.
Ön camdan vuran güneş ışığına aldırmadan, omurgası geometride yeri olmayan bir şekilde koltuğunda oturup gözlerini önündeki ekrana dikmişti.
Göz bebeğine yakın bakanlar bilgisayar ekranındaki yansımasını görebilirdi. Yanıp sönen imlecinin sol tarafında sadece bir satır yazılıydı:
“Köpekleşen Aşkın Ölümü”