FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

TERMİNATÖR

TERMİNATÖR

TERMİNATÖR

Aynullah Akça

Zeki, atılgan, öne çıkmayı seven ve hepsinin ötesinde kurnaz bir çocuktu. Yenilgiye tahammülü yoktu, hep kazanmak istiyordu. Arkadaşları tarafından seviliyor muydu? Bilmiyordu, önemsemiyordu da. Kankası yoktu. Herkesin onunla oynamak istemesi, onu oyununa dahil olmak için can atması, en azından onu eğlenceli bulduklarını gösteriyordu. O tek seçiciydi, oyun arkadaşlarını hep kendisi seçerdi. Fakat öğretmenleri tarafından sevilmeye çok önem veriyordu. Ne yapıp yapıp göze girmeyi başarıyordu. İlk, orta, derken göz açıp kapayıncaya kadar lise yılları da geride kaldı. Daha o yaşlarda gözü çok yükseklerdeydi. Bütün gücüyle çalışıp, ülkenin en prestijli üniversitelerinden birine girmeyi başardı. Endüstri mühendisliği bölümünü tamamladı. Ülkenin 150 yıllık geleneği olan ve Harvard’ı olarak anılan, diğer bir itibarlı üniversitesinin işletme bölümünde finans alanında yüksek lisans; yönetim ve organizasyon alanında doktora eğitimi aldı. Bu en prestijli iki üniversitesinin damgalı mühürlü belgesini cebinde taşımak her babayiğidin harcı değildi. Kendisiyle gurur duyuyordu. Bu CV’yle artık bütün kapılar önünde açıktı. Şimdi geriye hangi kapıyı ve ne zaman açacağına karar vermek kalıyordu. Aslında hedefini daha öğrencilik yıllarında seçmişti: Siyaset. O siyaset hayatında da tek seçici olacaktı, zaten akademik kariyerini de siyaset için, siyasete akademik açıdan bakmak için yapmıştı. Hanzolarla, magandalarla dolu olduğuna inandığı siyasette farklılık yaratacağına inanıyordu. Ancak henüz tam hazır hissetmiyordu kendini, iş hayatında da çalışıp deneyim kazanmak istiyordu. Eğitimini tamamladıktan sonra Ankara’da savunma sanayinin çeşitli ünitelerinde mühendis olarak çalıştı. Ayrıca üretim ve hizmet sektöründe çeşitli firmalara strateji ve yönetim konusunda bir süre danışmanlık yaptı. Ve artık zamanı geldi deyip 2002 yılında yeni kurulan ve ülkenin gelecekteki yirmi yıllık kaderini elinde tutacak olan bir partiye üye oldu. Ülkenin en büyük metropolünün en önemli ilçe teşkilatlarının birinin kuruluşunda görev aldı. Partinin il yönetiminde, ekonomiden sorumlu başkan yardımcılığı yaptı. Bir süre sonra artık parti işlerinde de yeteri kadar deneyim edindiğine karar vererek siyasi kariyeri için ilk adımı attı. Bir sonraki yerel seçimlerde belediye başkanlığı için adaylığını koydu. Özel olarak milletvekilliği değil de belediye başkanlığını istiyordu. Çünkü milletvekili olarak altı yüz küsur vekilden sadece biri olacaktı. Oysa belediye başkanı olarak tek yetkili tek seçiciydi. Değil mi ki ülkenin Tek Seçicisi de kariyerine belediye başkanlığıyla başlamıştı. Ne var ki işler beklediği gibi gitmedi, bütün çabalarına didinmelerine rağmen seçimi kaybetti. Çok üzgündü, morali bozuktu. Siyasetten çekilmeyi bile düşündü. Parti ileri gelenleri onu teselli ettiler. Akademik çalışmalarına ağırlık vermesini, ilerde ona çok önemli görevler düşebileceğini söylediler. İşin gerçeği o akademik çalışmaları sevmiyordu. Hiçbir zaman iyi bir araştırmacı olamamıştı. Derin bilimsel analizler yapacak bir kapasiteye sahip olmadığını biliyordu.  Buna karşılık olguların yüzeysel dış görünüşlerini gözlemlemek, aralarında kimsenin aklına gelemeyeceği bağlar kurmak, oyunlar geliştirmek onun gerçek ilgi alanıydı. Yapacak bir şey yoktu. Tanıdığı, özellikle parti çevrelerinden, birçok “akademisyenin” yaptığı gibi birazını tırnak içeresinde, birazını doğrudan aşırarak, daha nazik deyimiyle intihal yaparak, birazını da kendinden ekleyerek doçentlik ve profesörlük tezleri hazırladı ve başarıyla savundu. Daha sonra, önce iki tabela üniversitesine kısa süreli rektörlük görevi yaptıktan sonra nihayet beklediği an geldi. Lisansüstü öğrenim yaptığı, birçok kez ders verdiği, ülkenin Harvard’ı diye anılan gözde üniversitesine rektör seçimi yapılacaktı. Parti içindeki dostlarının da tavsiyesiyle vakit kaybetmeden formları doldurup müracaat etti. Ve çok geçmeden müjde geldi. Dokuz aday arasından ve içlerinden ondan çok daha kıdemlileri olduğu halde Tek Seçici muktedir onu seçmişti. Haberi alınca çok mutlu oldu. “Hayatımın en mutlu günü,” dedi, o günün akademik kariyeri için sonun başlangıcı olacağından şüphe bile etmeden. Şimdi o ona hep tepeden bakan, onu reddeden bir kurumun Tek Seçicisiydi. Bundan sonra oyunun kurallarını o belirleyecek ve herkesten onun koyduğu kurallarına göre oynamasını isteyecekti. Gel gör ki bu yeni görevinde de işler beklediği gibi gitmedi. Kendisine karşı bazı tepkilerin olacağını, üniversite camiasının kendisini zor kabul edeceğini tahmin ediyordu, ama bu kadarını da hiç beklemiyordu. Daha göreve başladığı ilk günden itibaren öğrenciler rektörlük binası önünde toplanıp hep bir ağızdan ant içer gibi, “Sen bizden değilsin, sen bir yabancısın, sen bizim düzenimizi bozmaya geldin, yabancı evine git! Kayyum rektöre hayır, biz kendi rektörümüzü kendimiz seçmek istiyoruz!” diye sloganlar atıyor, sonra kıçlarını rektörlük sırtlarına doğru dönüyorlardı. Daha sonraki günlerde bu protesto gösterisine yenilerinin eklenmesine, giderek öğretim görevlilerinin de katılmasına ve protestoların genişlemesine rağmen hâlâ işleri yoluna koyacağına inanıyordu. “Ben yabancı, dışardan biri değilim, sizden biriyim. Lisansüstü öğrenimini burada yaptım. Ayrıca yıllarca ders de verdim. Aranızda birlikte yemek yiyip, çay içip sohbet ettiğim arkadaşlarım var,” diyordu, ama kimseyi inandıramıyordu. İstifa etmeyi düşünüp, düşünmediğini soranlara, Kesinlikle istifa etmeyi düşünmediğini söyleyerek Göreceksiniz altı aya kalmaz direnişleri kırılacak, diyordu. 

İyimserliğini henüz kaybetmediği o günlerde bir sabah erkenden makamına çıkarken öğrencilerden biri aniden önünü kesti. İrkildi. Bakışları karşılaştı. Saf, çocuksu masum, duru bir bakışı vardı. En ufak bir kızgınlık, kin, öfke belirtisi göstermeden gayet sakin, “Hocam siz bir terninatörsünüz” dedi. Bunu duyunca çok şaşırdı. Bunun bir övgü mü, yergi mi olduğuna karar veremedi. Tam da gülerek „hangisi, iyi mi, kötü olanı mı?“ diye soracaktı ki, karşısındaki devam etti, “Virüs terminatörsünüz. Sizi buraya bizi yok etmek için gönderdiler. Ama başaramayacaksınız. Çünkü bağışıklık sistemimiz sandığınızdan da güçlüdür,” dedi ve yoluna devam etti. Allak bullak olmuştu. Merdivenleri koşarak çıktı. Kabinesine girip kapıyı arkadan kilitledi, kendini rahat koltuğuna bıraktı. “Siz bir terminatörsünüz… Siz bir terminatörsünüz…” sözleri kafasının içinde dönüp duruyordu. Tek Seçici’nin, karar çıktıktan sonra kapılı kapılar ardında söylediklerini anımsadı. Ondan bir rektör olarak neler beklediklerini teker teker saymıştı. Ondan “yerli ve milli bir üniversite yaratmasını” istiyordu. O zaman yarım kulakla dinlemişti Tek Seçici‘yi. Söylediklerine önem vermemişti. Çünkü onu içten içe küçümsüyor, kendini beğenmiş cahil, zorba, kaba kuvvete inanan biri olarak görüyordu. O, kendisinden emindi, tek seçici olarak ne yapacağını çok iyi biliyordu. Şimdi anlıyordu ki aslında ondan istenen, bir bulaşıcı virüsten beklenenden farklı bir şey değilmiş; içine girdiği organizmanın direniş gücünü kırıp içten çökertmek böylece, Tek Seçici ve partisi için kolay bir yem haline getirmek… Hayır, buna müsaade edemezdi, her şeye rağmen o bir akademisyendi ve burası onun da okuluydu. Hemen istifa etmeyi düşündü, ama artık çok geçti. Virüs olduğu ortaya çıkmıştı, keşfedilmişti. Buradan artık sağ çıkmanın yolu yoktu. Ya görevini başarıyla yerine getirip galip gelerek, organizmayı çökertecek ya da organizmanın savunma güçleri onu burada yeniden cansız bir virüs hale getirip kalıntılarını dışkı kanallarından dışarı atacaklardı. Düşünceleri bu ikilem arasında gidip gelir ve Hamlet’in ünlü repliğini kendi kendine tekrar edip dururken, ondan ümidini kesen Tek Seçici düğmeye basmıştı bile. Propaganda makinasını tüm gücüyle harekete geçirdi.  Kalemşorları Osmanlı akıncıları gibi dört koldan saldırdılar. “Bölücüler teröristler”, vatan hainleri”, “başları ezilecek yılanlar”, yabancı güçlere hizmet eden ajanlar” gibi geleneksel silahlarını içerdekilere yönelttiler. Kolluk kuvvetleri düşman kalesini kuşatır gibi üniversite binasını kuşattı. Dış dünyayla ilişkisini kesmeye çalıştılar. Göstericileri dövdüler, tartakladılar, yerlerde sürüdüler, hakaretler yağdırdılar, hapse attılar. Provoke etmeğe çalıştılar, ama onlar oyuna gelmedi ve ilk günkü gibi aynı sükûnetle, inatla kayyum rektörü reddedip, özgürce seçme haklarını savundular. Bu vakur halleriyle, haklı istekleriyle bütün ülkede sempati topladılar. Diğer üniversitelerden, siyasi partilerden, halktan destek yağmaya başladı. Durumun artık kendi kontrolünden de çıkmak üzere olduğunu gören Tek Seçici, İsteklere boyun eğmek zorunda kaldı. Bir gece kendisine haber verme gereği bile duymadan onu geriye ışınladı. 

Şimdi o artık yalnızca bir virüstü, yarı canlı bir yaratık. Ama siz ona tam ölü de diyebilirsiniz. Çünkü yeniden hayat bulması için başka bir canlı organizmaya ışınlanması gerekirdi. Fakat artık bütün foyası ortaya çıkmış bir kayyum virüsü hangi organizma kabul edebilirdi ki?

Aynullah Akca, Temmuz 2022

Picture of Aynullah Akça

Aynullah Akça

Tüm Yazıları