
Yemek, mutfak ve kariyer çıkmazında kadın kimliği
Tijencim merhaba,
Hindi ziyafeti ve J.S.Bach’ın Noel Oratoryosu’yla birlikte girdik yeni yıla. Hindiyi ben yapmadım tabii. Sana bir şey söyleyeyim mi? Kadınların ille yemek pişirmeleri gerekiyor gibi bir düşünceyi içselleştirenlere ciddi sinirleniyorum. Geçenlerde birkaç arkadaşımı yemeğe bize çağırmıştım. Nefis ev yemekleri yapan bir yerden özenle alışveriş yapmıştım. Yemek pişirmeyle aram iyi olmadığını bilen ama kendisi yemek pişirmeyi kadının temel görevi bilen bir arkadaşım bana neredeyse her lokmada inadına “Bunu sen mi yaptın?” Diye sordu. Bir keresinde yemek buluşmalarında herkes bir şey getirsin dediğimde neredeyse mobbinge uğradım. Bu sanırım daha çok benim kuşağıma özgü bir duruş. Ataerkilliğin alâsını gündeme getiren bu duruşu kırmak için bir gün “Yemek pişirme yarışı yapalım” dedim. “Herkes sevdiği bir şeyler yapsın ama kimse kimsenin ne yaptığını bilmesin. Sonra puanlama yapıp ödül verelim”. Bu önerimle hem yemek pişirmeyi eğlenceli bir oyuna dönüştürmek hem de davet eden kişi üstünde çok yük kalmamasını istiyordum. Arkadaşlarımın ödleri koptu bu öneriden, en çok da “Bunu sen mi yaptın?” diyen arkadaştan korktular, herhalde birinciliği almazsa sinir krizi geçireceğini düşündüler ki bence bu olasılık çok da büyüktü. Bence işin komik yanı kadınların yemek pişirmeyle çılgıncasına özdeşleşmeleri, o kadar ki mutfak işi neredeyse kimliklerinin doğal bir parçasına dönüşüyor. Biliyorsun ben de aslında kesinlikle yemek yapmaya değil kadınların bu role itilmelerine karşıyım. Neredeyse kırk yıllık evliliğimizde benim de yemek pişirdiğim oldu eşimin de, hem de çok leziz yemekler, dışarıya gittiğimiz de oldu tabii ama hiçbir zaman kadına dayatılan bir görev olarak görmedim yemek yapmayı.
2024’den güzel anlar
Yılbaşı hediyesi olarak Norbert’e bir foto kitap hazırlamıştım. 2024’den farklı kentlerden güzel anlar kitabı. 2024 bizim için öylesine korkunçtu ki bu kadar güzel anlar yaşadığımıza kendim de inanamadım. Ne çok yere gitmişim. Frankfurt kardeşimle buluşup Lulu operasını izlemeye, Hamburg Hatırlayamadıklarımız romanım üstüne etkinliğe, Eskişehir Genco Erkal Sahnesinin açılışına, Fethiye Çalış’ta Norbert’le deniz havası almaya ve en son genç arkadaşlarımla birlikte Hollanda’ya….Her bir yolculuğun bir anlamı, bir güzelliği vardı. Her yolculuk farklı beraberlikler ve farklı yaşantıları gündeme getiriyordu. Demek ki en karanlık bir dönemde bile güzel bir şeyler yaşayabiliyor insan.
Kuşaktan kuşağa taşınan travmalar
Bu sabah tuhaf bir şey oldu. Norbertle sabah kahvaltısında felsefi bir konuya dalmıştık, hayatın anlamı ve yaşamımız boyu yolumuzu bulmamızı sağlayan yaşantılar ve deneyimler üstüne konuşuyorduk ki Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nün ilk öğrencilerinden biri beni aradı. Küçük çocuklara yaratıcı drama dersi veriyormuş ve bu işten öyle mutluydu ki yaşamının anlamını çocuklarla tiyatro çalışmasında buluyordu. Ben eğitimde tiyatro çalışmalarını bu bölümde başlatmıştım doksanlı yıllarda, bundan çok yararlanarak kendine bir temel attığını söylüyor ve kendisine bu yolu açtığım için bana teşekkür ediyordu içtenlikle. Çok sevindim tabii, yıllar sonra böyle bir geri dönüşün gelmesi ne güzel. Ona son çıkan ve çocuk tacizi konusunu ele alan Hatırlayamadıklarımız romanımı okuyup okumadığını sordum. Meğer öğrencimin annesi de çocukken tacize uğramış olduğu için bu konu onu çok olumsuz tetikliyormuş, onun için kitabı eline almaktan bile korkmuş.
O zaman ne düşündüm biliyor musun? Bir çocuk tacize uğruyor, böylelikle çocukluğu çalınmış oluyor, sonra da hayatı kayıyor, böyle bir travmanın altından kalkmakta zorlandığı gibi kendi çocuklarına da travmayı aktarıyor. Yani bir taciz olayı kaç kuşağın hayatını nasıl da etkiliyor. Bu müthiş bir şey değil mi? Ama bence en kötüsü sorunu bastırmak ve susmak. Bu travmadan kurtulmak ancak konuşmayla mümkün oluyor. Konuyu tabulaştırdığımız süre daha da büyük bir çıkmaza giriyoruz, bir bakıma kendimizi hapsetmiş oluyoruz. Kitabım yazınsal yanı ve deneysel kurgusu bir yana bu tür travmaları aşmada belki yardımcı olabilir diye düşünüyorum, onun için bu romanın etkilerini çok merak ediyorum.

Okuma Tiyatrosu
Sonra Kırmızı Kedi Pera’da Maltepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Eylem Ejder’in tiyatro öğrencileriyle Hatırlayamadıklarımız üzerine düzenlediği okuma tiyatro tiyatrosu yepyeni bir deneyim oldu bizler için. Tiyatrocu gençler Eylem’in seçtiği bölümleri dönüşümlü olarak okudular, her okuma arasında açıklamalar ya da eklemeler yaptım Eylem de izleyici ile sahne arasındaki iletişimi çok güzel götürdü. Hayatta kalanlardan Meliha ve Gümüş de gelmişlerdi. Bilmiyorum dünkü etkinliği sen nasıl yaşadın ama ben heyecandan yerime sığamıyordum. İzleyici ile konuşanlar arasında bu kadar yoğun bir interaksiyon, böylesine bir dikkat yoğunluğu ve katılım herhalde çok ender yaşanan bir şey. Düşünsene kaç program yaptık bu konuda. Kitap tanıtımı, uzman psikolog Gökhan Çınar ve Meliha Yıldız’la açık oturum, Canavar oyunu üzerine tartışmalarımız ve eleştirilerimiz, Nihal Kuyumcu ile senin yaptığınız yaratıcı drama çalışmaları, her bir kapı bir diğerini açtı, bu da bana göre şimdiye değin olan çalışmalarımızın en güzeliydi. Bu doğrultuda doğru yoldayız. Bakalım bizi bu konuda hangi projeler ve etkinlikler bekliyor. Şimdiden geleceğe yönelik projeler üzerine beyin fırtınası yapalım diyorum ne dersin?
Seni sevgiyle kucaklıyorum.
Zehra İpşiroğlu (Ocak 2025)